30 Ocak 2018 Salı

İNSAN İLİŞKİLERİ-4… MİSAFİRLİK… ZİYARET…

İNSAN İLİŞKİLERİ-4…
MİSAFİRLİK… ZİYARET…
                Misafirlik, bizdeki anlamı ile İslam’daki anlamı farklı olan bir kavramdır… İslam, sefer ve misafirlik olayına farklı sorumluluk, imkanlar ve fırsatlar yükler.  Oruçların ertelenmesi, namazların farzlarının sadece ikişer rekat olarak kılınması serbestisinin yanı sıra; zengin-fakir ayırmaksızın yolda kalmışsa zekat gibi karşılıksız bir yardıma müstahak olunması İslam’ın sefer-misafir ve yolcu olayına bakış açısını ortaya koyar…
                Biz Türk milleti olarak; İslam’ın, bu misafirlik kavramını, ev ziyareti ile eşitlemiş bir toplumuz… Normal, sıradan ev ziyaretlerini dahi misafir hükmüne sokarız ve ona göre değer yükleriz.
Osmanlı dönemi; kapılarda, iki tane şak şak, kapı tokmağından dem vururlar. Biri irice, long long, şak şak diye pes perdeden ses çıkarır. Kapıya gelen ziyaretçinin-misafirin erkek olduğunun simgesidir. Avlu içindeki hanaydan, dış kapıya gelene kadar evin sahibi ona göre tedbirini alır ve kapıyı evin erkeği açar…
Şayet kapı tokmağından küçük olandan zarifçe, ürkekçe “şık şık şık deyû” ses duyarsanız; o zaman da ziyaretçinin hanım olduğu anlaşılır ki; evin erkeği kapı açmaya çıkmaz, evin sahibesinin işidir artık o andan itibaren.
Tabi şimdi ne var; elektronik ding donglar, kanarya kuş sesleri, en kabacası da zil… Aletler değişiyor emeller aynı : Evinize bir ziyaretçi geliyor; izniniz var mı?
Kapı çalar; her ev sahibinde bir telaş: Acaba kim geldi?.. Kimi çözdüklerinde neden geldi?  Kim ve neden?
Genelde orta çizgide olan insanlar misafirlik-ziyaret yapmazlar. Ya çizgi üzerinde sağlıklısınız; avunacak yer ararsınız ve dahi kendinizi avutacak bir yer.  Hem sağlıklı hem de varlıklı iseniz tatil yerlerine sıvışıverirsiniz de konu komşu, eş-dost, akraba, hını hısım tatilinizi sonradan öğrenir… El hasılı şu ki; sağlıklı ile varlıklının paylaşacağı şey kendi mutluluğudur seninle o ziyarette…
Çizgi altında olanlar ise; ya bir kederini-hüznünü, ya da bir problemini paylaşmaya gelir seninle. Göz nuru gönül süruru evladı, diken olmuştur; onun derdini konuşmaya gelir.
Ne sebeple olursa olsun misafir ve ziyaretçi senin çemberini daraltır. Sıkıntıları çözebilme erkin var; versen bir türlü vermesen bir türlü… Erkin yok, kahrolursun onunla birlikte;  “Ah keşke C. Hakk bana da fırsatlar verse de sana yardım etseydim,” Der, artık kendini mi, karşındakini mi, ya da Rabbi’ni mi kandırmaya çalışırsın bilemem?..
İşte ziyaretler, bu meyanda  gerçekleşir.
Şimdi telefonlar var; randevu imkanı kolay… Medeniyet ve teknolojinin olmadığı veya sana ermediği dönemleri düşün; ziyaret nasıl yapılırdı? Ya bir çoluk çocuk gönderirdin:
-Şayet uygunsanız annem-babamlar, bizimkiler size ziyarete gelecekler, der randevu alınırdı ya da…
-Ya da ne olacak Mirim çat kapı gidersin…
-İşte incelik burada başlıyor.  Kahya Efendi ben sana önce bir ayeti kerime sunayım sen bir oku. K.Kerim’in sadece namaz-abdestten, Cennet Cehennemden ibaret olmadığını bir gör sonra sohbete devam edelim.
“Ey iman edenler, evlerinizden başka evlere, yakınlık kurup (izin almadan) ve (ev halkına) selam vermeden girmeyin. Bu sizin için daha hayırlıdır; umulur ki öğüt alıp düşünürsünüz.” (Nur Suresi, 27)
“Eğer orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar artık oraya girmeyin; ve eğer "Dönün" denirse, siz de dönün, bu sizin için daha temizdir. Allah yaptıklarınızı bilendir.” (Nur Suresi, 28)
“İçinde oturulmayan ve sizin için bir meta (yarar) bulunan evlere girmenizde bir sakınca yoktur. Allah, açığa vurduklarınızı da, sakladıklarınızı da bilir.” (Nur Suresi, 29)
-Mirim ayet gayet açık. Bir arkadaşını ziyarete git. Evdekiler kapıyı sana açmasınlar; veya üstelik bir de kabaca sana “geri dönün” desinler. İnan ki; ben o eve bir daha adımımı atmam. Sen olsan atarmısın?
-İyi ama İslam’da özel hukuk, kişi hukuku diğerinden önce gelir. Belki ailenin durumu iyi değil; sana ikram edecek bir şeyi yok. Evi müsait değil. Her şey tamam belki o gün keyfi yerinde değil.  Seninle hoş beş edecek durumu yok.
-Peki Mirim K.Kerim’de böyle bir ayetin ne işi olur?..  
-C.Hakk K. Kerim’de insanoğlundan kaynaklanacak ne kadar potansiyel problem varsa onları kökeninden daha ortaya çıkmadan çözüm üretir.  Yani suçların oluşmasından sonra ceza yerine; insanı, suça vebale günaha götüren şeyleri, eğiterek çözer. Herkesin hak ve hukukunu baştan tayin eder de insanoğlu çizgisini ona göre belirler.
Hem ayrıca sen haklısın; ben de bir eve ziyarete varıp da kapı açılmazsa, -burukmayı bırak- asla o eve bir daha adım atmam. Kime sordumsa aynı cevabı almışımdır. Asıl mesele burada başlıyor: Demek ki ben- biz, daha Kur’an ahlakıyla ahlaklanamadık…
-Mirim sahipsiz evler durumu nasıl olacak?
-Kahya Efendi asıl mülk Allah’ın. Tarla bahçe, ev saray köşk her neyse; bunlar bizim ömrümüzü aşan şeylerdir. Toplumlar göç eder; gayr-i menkul dediğimiz şeyler sürekli el değiştirir.  Balkanlardan sürekli soydaşlarımız göç ediyorlar. Onların gayri menkulleri ne oluyor?  Balkan Devletlerine kalmıyor mu?  Kaotik dönemde bizden gidenlerin; Ermeni, Rum, Yahudi evleri ne oldu? Milli Emlak Müdürlüğüne kalmadı mı? Onları da su parasına satıp veya dağıtıp geçtiler. Suriye’den kaçıp gelenler yurtlarına dönemezlerse ne olacağını sanıyorsun?..
-Tamam Mirim şimdi anladım. Olaya bütün bakarsak netice şu demek ki, seni sevmeyen ziyaretine gelmiyor; ancak, sen sevmediğin birini misafir etmek zorunda kalabiliyorsun…

-Evet aynen öyle… K.Kerim’e dayalı Müslümanlık bence muamelatta; yoksa ibadetlerle-haramlar konusu her gönüle yatıyor da muamelatı içine sindirmek biraz zor… Asıl iman göstergesi o muamelat konuları… 

28 Ocak 2018 Pazar

ASALET… TERBİYE…TAKVİM…

ASALET… TERBİYE…TAKVİM…
Terbiye, asaleti geliştirir…
 “Müsademe-i efkardan Barika-i hakikat doğar” Mirim, bu cümle ne demek istiyor? Ne olur: “Git sözlüğe bak!” deyip de savuşturma; üzme beni.
-Kahya Efendi bu bir deyim: “Fikirlerin çarpışmasından  hakikat şimşeği çakar” demek. Rahmetli İlyas Abimiz sık kullanırdı bu sözü. Yıl 1976. Olur Lisesi Memuru. Çok şen şakrak çalışan bir karakterdi. Asaleten mizah yüklü idi.  Bir dostu, rahmetliye bayram tebriği göndermiş .Tabi o zamanlar mektup tebrik kartı modanın ötesinde hayatın bir gerçeği idi. Gönderdiği tebrik kartı; ayı resmi… O da cevaplamış: “Azizim, seni ne kadar özlemiştim bir bilsen; masama koydum resmini gördükçe seni anıyorum.”
Kahya Efendi “bu sözün” ötesinde bazen de; laf lafı açar, sözün mayası sözdür, derler…
-Mirim, o dediğin; gönül bağı olanlarda olur. Sevgiden saygıdan doğar. Sevgi saygı olmayan ahbaplıklarda; sen höt, ben höt somurtur durur herkes. Ne demiş merhum koca usta: Gönül dağı yağmur yağmur boran olunca Akar can üstüne sel gizli gizli/… Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez Gönülden gönüle gider yar oy yar oy yar oy yar.Yol gizli gizli.
-Aynen öyle… Kadim dostum Elhan Bey’in ziyareti de söz sözün mayası cinsinden. Konu terbiye ve asalete gelince ortaya şu çıktı: Terbiye, asaleti geliştirir…
Terbiye; rabbe kelimesinden türetilir, anlamı da: “Bakmak, idare etmek, Korumak, düzene sokmak vs… K.Kerim’in ikinci ayeti/cümlesi. “Hamd alemlerin rabbine Allah’a özgüdür, O’na hastır.” “Elhamdü lillahi rabbil alemin.”
C. Hakk bu ayetinde “ilim sıfatını” kullanır. “ÂLEM” bilinen şeyler demektir. C. Hakk, bu mevcudatı varlıkları hem yarattığını ayrıca da terbiye ettiğini düzene soktuğunu ifade eder.  Bunun en güzel örneği de insanın yaratılmasıdır. “Biz insanı ahseni takvim üzere yarattık.” Tin Suresi, Ayet 4.
Bizim bu ayette atladığımız “TAKVİM.”  Takvim: Bir şeyi bırakıp bir şeyi onun yerine koymak anlamına gelir. İkame etmek yani. Ahseni takvimde de uzun bir yolculuk eğitim süreci kast edilir.  Yani C. Hakk  miktarı zerresince herkese her şeye bir asalet biçmiştir. Ancak bize de şunu demiştir: “ Asaletin bu ama terbiye ile sen, melekliğe doğru yol kat edebilirsin. Melek huylu melek yüzlü bir kişi olursun.Bu yolda yürümekten yorulma bıkma.  Yeni kademelere yüksel eldeki ile yetinme…Şayet bu yolda yürümezsen asaletin körelir dumura uğrar zayıf naif kalırsın. Hödük bir şey olursun… Hatta nefsine uyarsan da “ESFELİ SAFİLİN” denilen çukura düşersin…
-Tamam Mirim anladım; TERBİYE ASALETİ GELİŞTİRİYOR. Demek ki; terbiyeden mahrum asalet, kendi kuruntundan başka bir şey değil…
-Evet aynen öyle…  

27 Ocak 2018 Cumartesi

İNSAN İLİŞKİLERİ-3…

İNSAN İLİŞKİLERİ-3…
YAKIN… YAKÎN…
                Yakın, iki nesne arasındaki mesafeyi ifade etmede kullandığımız bir kelimedir ve Türkçedir. Uzak, kelimesinin karşıtı, zıddıdır…
                Oysa YAKÎN, Arapça bir kelime olup mesafe ve boşlukla ilgisi yoktur. Bir şeyi; bilmenin, tanımanın, anlamanın seviyesini-dozunu ifade eder.  Hatta mizahımıza dahi girmiştir. Yakın ve yakîn kelimeleri…
                Gencin, bürokraside bir işi vardır. Ne yapsın? Ülkemizde yasama ve yürütme erkini elinde bulunduran o kudretlû, saadetlû, hörmetlû milletvekiline gider derdini anlatır.Kendisine yardımcı olmasını istirham eder. O da ne yapsın?
-Ne yapacak Mirim  gayet kolay. Hani parlamenter, meclis armalı kartvizitini çıkartır ve arkasına “Hâmil-i kart Yakînimdir.” Yazar ve ilgili bürokrata gönderir… Artık o gence referans olmuştur.
-Evet aynen öyle. Milletvekili o bürokrata “Ben, bu kartı taşıyan arkadaşı tanıyorum, benim aşina olduğum biri aman haaaa ona göre davranasın… İşini yap! Yapamıyorsan da öyle kırıcı falan olma…” Demesine getirir…
Bizim gibi demokrasisi yeni gelişen ülkelerde böyle şeyler olur. İnsanların değeri; sistemle, kurallarla, mevzuatla ölçülmez de konumla ölçülür maalesef. Referansın dozu “Yakînin” olursa farklı olur; hele hele bir de “yakını” olursa işler daha da değişik olur…
-Mirim şu YAKÎN konusunu biraz açsan.
-Tamam. Yakîn, bilme anlama seviyesi dozu demiştik ya. Bu da üç kademedir.  Birincisi: İLM EL-YAKÎN olarak anılır ki; yazı-çizi ile bir şeyi anlama, bilmedir.  Sütle ilgili, bir yığın kitap okur incelersiniz. Bu konuda bildiğiniz her şey kitabidir. Birinci kademede bir biliştir o.
İkinci kademedeki biliş: AYN EL-YAKÎN  adını alır. Kitaben bildiğin şeyi; tadar, koklar, dokunur, sesini duyar, gözünle görür incelersin; bu da ikinci kademe biliştir. Yani sütü içersin…
-Mirim yani ilm el-yakînden üstündür.
-Evet. Üçüncüsü de HAKK EL-YAKÎN… Bu da en üst düzeyde bir biliştir. Bir şeyin özünü bilebilmek.
Peki biz bu genel değerlendirmeyi neden yaptık?
Biz Rasülüllah Efendimizin şahsiyetini ve peygamberliğini İlm el-Yakîn seviyesinde biliyoruz. Yani kitaplardan yazı çizi olarak. Oysa onun sahabesi ve hele hele eşleri bizden daha derin seviyelerde daha üst seviyelerde biliyorlardı. Zira Efendimizle onlar iç içi yaşadılar. Beraber yemek yediler, savaştılar, beraber oturup güldüler-ağladılar. Sevildiler, sevdiler, seviştiler.  Bu denli vukufiyet; C. Hakk nazarında da yetki ve sorumluluğun ikiye katlanmasına sebep oldu.  Ve aşağıdaki şu ayeti Celilelerin nazil olmasına inmesine sebep oldu:
“Ey peygamberin kadınları, sizden kim açık bir çirkin-utanmazlıkta bulunursa, onun azabı iki kat olarak artırılır. Bu da Allah'a göre pek kolaydır. (Ahzab Suresi, 30)
Ama sizden kim Allah'a ve Resûlü’ne gönülden -itaat eder ve salih bir amelde bulunursa, ona ecrini iki kat veririz. Ve Biz ona üstün bir rızık da hazırlamışızdır. (Ahzab Suresi, 31)
Ey peygamberin kadınları, siz kadınlardan herhangi biri (gibi) değilsiniz; eğer sakınıyorsanız, artık sözü çekicilikle söylemeyin ki, sonra kalbinde hastalık bulunan kimse tamah eder. Sözü maruf bir tarzda söyleyin. (Ahzab Suresi, 32)
Evlerinizde vakarla-oturun (evlerinizi karargah edinin), ilk cahiliye (kadınları)nın süslerini açığa vurması gibi, siz de süslerinizi açığa vurmayın; namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, Allah'a ve elçisine itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister. (Ahzab Suresi, 33)
Evlerinizde okunmakta olan Allah'ın ayetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah, latiftir, haberdar olandır. (Ahzab Suresi, 34)
Bu denli açık, ayan-beyan olan ayetler hakkında da fikir serdetmenin sizlere zul olacağı kanaatindeyim …

Haydi  o zaman bol düşünceli günlere.

İNSAN İLİŞKİLERİ-2…

İNSAN İLİŞKİLERİ-2…
ACTİON… REACTİON…
                Aksiyon kelimesi; batı kökenli bir kavram… Bir eylem yapmak… Yapacağımız bir eylem; tercihlerimiz, umutlarımız, şartlarımız, taleplerimizin yönlendirmesidir yansımasıdır.  Ancak reaksiyon; size yapılan bir eylemin sizce o olaya karşı verilen tepkimenizdir… Birinci de aksiyonda olaylardan bağımsız görünsek de reaksiyonda bizi yönlendiren ilk olaylardır, başka olaylar vardır…
Kainatı ve olayları, anlamaya çalışırsak; irdelemeli, incelemeli, verileri tam değerlendirmeli ve akabinde de düşünmeliyiz…
                Hiç şüphesiz, düşünceye sınır yok. Hem birey olarak; sana, bana, ona ait bu sınırsızlık, hem de toplumsal olarak düşünceye ait.
                Bizim düşünebilmemiz için mutlaka ya bir obje nesne ya da bir kavram olması gerekir. Malzeme olmadan düşünme şansımız yok…
Peki bugün neyi düşüneceğiz, ne konuda tefekkür edeceğiz? Derseniz isterseniz dipsiz kuyuya taş atmayalım da gelin önce şu ayetlere göz atalım…

“Ey peygamber, eşlerine söyle: "Eğer siz dünya hayatını ve onun süslü-çekiciliğini istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim." (Ahzab Suresi, 28)
"Eğer siz Allah'ı, Resûlü’nü ve ahiret yurdunu istiyorsanız artık hiç şüphesiz Allah, içinizden güzellikte bulunanlar için büyük bir ecir hazırlamıştır." (Ahzab Suresi, 29)

Ayet 28: "Eğer siz dünya hayatını ve onun süslü-çekiciliğini istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım ve güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim." Ayetteki, -bu yan cümlecik- dikkat ediyorsanız,  C.Hakk’ın Efendimize tebliğ ettiği bir davranış seçeneği. Efendimizin, eşlerine söylediği ve C. Hakk’ın bize haber verdiği cümle değil. Mesele şu:
                C.Hakk’ın, diğer insanlardan ayrıcalıklı tutup Rasulü kıldığı kişiye eş olacaksınız… Aman ne hayaller ne hayaller. Artık itibar onda olacak, yeme içme bol, giyim kuşam hakeza… Nikahtan sonra o işin öyle olmadığı ve olmayacağı da ayan beyan ortaya çıkıyor. Hakir olmadan fakirane bir hayat.
Mescidin yanında küçük küçük odalarda ömür geçecek… Öyle müstakil saraylar-köşkler, rezidanslar yok. Hizmetçiler, halayıklar, cariyeler yok… Fazlası dağıtılmak üzere kurgulu bir kiler ve o mütevazı yemek sofralarında bir sürü tanıdık tanımadık insan.  Örtünecek kadar da giysi. Umulanla bulunan uyuşmuyor.
Nefsaniyetin gereği herhalde Efendimize “mır mır” edildi ki; o Ahsen-i takvim üzere yaratılıp eğitilen kibar, nazik insan ağzını açamadı… Onlara ne “hööööt” diyebildi, ne de anlatmaya çalıştı. İçin için gücendi demem o ki…Ev hali kol kırılır yen içinde kalır; gizlilik esas, tamam da C. Hakk’a gizli ne olur ki?
C. Hakk’ın, bize ikaz ettiği diğer şey şu olsa gerektir: Sevgi, sana naz edene karşı ezilip büzülüp katlanmak değildir. Sevgi, sevdiğini üzmek değildir. Sevdiğini, dünyanın geçici varlıkları için üzmeyeceksin… Madem benim Rasulümü eş olarak seçtiniz ona anlamsız naz edip ona eza cefa etmeyin, kaprislerinizi kontrol ediniz.
Bu ayetin başka bir yönü de Efendimizin hem önünü açar rahatlatır hem de zora sokar.
-Mirim bir ayet bir seçenek iki zıt şeyi nasıl içerir?
-Bak burada içerir… Efendimiz,  şüphesiz eşlerini seviyordu… Onların irili ufaklı bu dünyevi taleplerini karşılamaya da çalışmıştır… İşte bu dünyalıkların temininde Rasulü’nün sıkılmasına, dünyevileşmesine rızası olmayan C. Hakk; bu ayetle, ayrılma boşama seçeneğini Rasulü’ne tebliğ ediyor ki; dünyalıklar için sakın ahiret hayatını tehlikeye düşmesine fırsat verme… Seni dünyevileştirecek olanlar eşlerin bile olsa sakın bu hale izin verme senin seçeneğin belli:  
"Eğer siz Allah'ı, Resûlü’nü ve ahiret yurdunu istiyorsanız artık hiç şüphesiz Allah, içinizden güzellikte bulunanlar için büyük bir ecir hazırlamıştır." (Ahzab Suresi, 29)
İşte mesele bu; içinizden güzellikte bulananlara umduklarından daha fazla bir ahiret yurdu vaadi…
Düşünceleri toparlar sıralarsak:
1.       Bu seçenekler Efendimizin uygulaması değildir. Bizzat C. Hakk kendisi önermiştir.
2.       Sevdiklerimizden bile olsa bizi dünyevileştirmesine izin verilmeyecektir… Gerekirse sevdiklerimizden vazgeçebileceğimizdir…
3.       Dünya hayatı sadece ahireti kazanmanın yoludur ve kısa bir hayattır. Ebedi olan ahret hayatıdır. Ahiret hayatı kaçınılmaz bir sondur. O halde o ebedi hayat için dünya hayatı kısıtlanabilmelidir.
Bu genel çıkarımlar sonucunda eminim sizler daha değişik düşüncelere sahip olacaksınız. K.Kerim’in gayesi de o değil mi? Tefekkür…
Haydi bol düşünceli günlere.

Bu konu devam edecek…

25 Ocak 2018 Perşembe

ONAY&İTİRAZ...

ONAY & İTİRAZ… ART NİYET…SUİKAST…
Onay ve itiraz, bütün canlılar aleminin –özellikle- biz insanların en temel kavramlarındandır. Onay kabul manası taşırken, itiraz red manasına alınır…
Bu iki kavram; günlük hayatta kullanıldığı gibi, beşeri ilişkilerde, ulusal olaylarda hatta uluslararası ilişkilerde, mahkemelerde ve bürokraside kullanılmaktadır…
AFRİN’e müdahale olayımız da bu iki kavramın daha iyi anlaşılmasına yaramıştır.
Batılı -art niyetli demeyelim de- “güce dayalı hukuku savunan sistemlere” göre bazı etnik gruplar silahlandırılarak bizim Suriye sınırımızda bir koridor halinde Kuzey Irak’tan başlayıp Ak Deniz’e erişimi düşünülen bir devlet kurulmaya çalışılıyor… Bu devletleşme sürecine; “ itiraz ve müdahale edemiyorsan acizsin demektir. Müdahale etmiyorsan da onaylamışsın demektir.”
Ülke olarak onaylamadığımızın ve itiraz ettiğimizin en güzel açıklaması bu olsa gerektir.
-Mirim tamam kavramları izah yakıştı ama ben senin “art niyetli değiller” ifadene hem katılmıyorum hem de itiraz ediyorum. Bal gibi de art niyetliler.
-Kahya Efendi Batılılar art niyetli değiller.  Art niyetli olmak iki yüzlü olmaktır. Takiyye yapmaktır. Şirin görünüp neticede başka bir noktaya varmaya çalışmaktır.  Batı, bu saydıklarımın üçünü de yapmamaktadır. Hedefinin icabatı neyse onu yapmaya çalışmaktadır. Onun için art niyetli değiller bayağıda açık niyetliler. Sen, olayı doğru okuyamıyorsan o zaman mesele başka. Bana göre batı asla art niyetli değil bayağı da “suikastlı/ kötü niyetli” ve gereği neyse onun daniskasını işlemekte…
İsrail, uzuuuun süreli Yahudi Devletleşme çabasının doğurduğu bir devlettir.
Baktılar ki zorla olmuyor; Birinci Dünya Savaşı sonrası önce “özel mülkiyet” diye bir kavram çıkardılar. Eskiden devletlere ait olan kara parçaları yani toprak; ülke halkına emanet olarak verilirdi Tahsis edilirdi… İşletmek üzere… Hatta –rahmetli- Ecevit’in zihinlerde bir sözü vardır: “Toprak işleyenin, su kullananın” diye. Özel mülkiyet adı altında tapular dağıtıldı. Sonra şahıslar eline düşen kara parçaları; tarlalar, bağ bahçeler, yüksek paralarla Yahudilerin zilliyet/mülkiyetine geçti. Kimsenin itiraz edemediği bir hukuk doğurdu mu sana?.. Sonra bu şahısların arazileri topografyada birleşince ortaya devletlerin temel gücü kara parçası çıktı ortaya. Topografya dönüştü Yahudi coğrafyası oldu çıktı…
Yıl 1948… İkinci Dünya Savaşı muzafferi ABD’nin desteği ile bu meşru Yahudi arazi parçasına devlet ilan edivermek hiç de zor olmadı.
ABD, Kuzey Irak’ı yıllardır kontrol ediyordu; Çekiç Güçten buyana. Şimdi sıra Kuzey Suriye’ye geldi… Ama hesap edemediği veya aşmaya çalıştığı çiğnemeye çalıştığı Türkiye’yi Süleyman Şah Türbesi toprağının Türk toprağı olduğunu hesap etmedi çiğneyebileceğini zannetti ama olmadı.Bunu aşmaya çabalıyor…
 Dün Kobani/Çoban Bey, Fırat Kalkanı, bugün AFRİN ileride başka bir operasyon adıyla bu mücadelemiz devam edecek… Zira bizim beka sorunumuzun temelini teşkil ediyor…

Bu mücadeleyi kesersek biline ki; ya onayladık ya da itiraz edemiyoruz. İnşallah ikisi de olmayacak… C. Allah bu mücadeleyi erteleyecek bizleri güçten düşürecek başka sıkıntılar vermez inşallah.   

24 Ocak 2018 Çarşamba

İnsan İlişkileri 1.

İNSAN İLİŞKİLERİ-1…
                -Mirim K.Kerim’de “insan ilişkilerini” düzenleyen ayetler yok mu?..
                -Var Kahya Efendi, olmaz mı… Zaten K.Kerim’in indiriliş gönderiliş gayesi, insan ilişkilerini düzenlemek… Yoksa C. Allah, şu kainatta olan-insan faktörünün dışındaki- her şeyi, O, bizzat kendisi yönetiyor; İradesi de O’na ait, kevn-ü fesadı da. Şimdi sen sorarsın; “dil ağdalı oldu,” diye. Kevn-ü fesat, bir şeyin oluşumu ve bozulması…
Kainatta olan her şey –insanın dışında olan her şey- doğrudan Allah’a aittir. İnsani eylemlerde de, sadece  irade bize aittir.O da “tercihimizi belirtecek kadar.” Yoksa eylemlerin oluşumu kainat kurallarına bağlıdır;  Sünnetullah dediğimiz zorunlu kalıplara. Tamam örnekleyeyim.
Güneşe, yağmura müdahale edebiliyor musun? En nihayet şemsiye ile korunmaya çalışıyorsun.  Panel yapıp suyunu ısıtıyor, elektrik üretiyorsun onun kurallarına uyarak.  Çaylar, dereler, ırmaklar, nehirler derken barajlar yapıp onun, suyun gücünden yararlanıyorsun… İçersin, yunup yıkanırsın, aydınlanırsın falan falan.
Şayet Allah’ın “itaat edin!” emri olmasaydı; haydi koyun keçiye gücün yeterdi belki de, o dört yüz beş yüz kiloluk danalara gücün nasıl yetecekti?.. “Yat ulan dana oğlu dana” deyip, nasıl kesip protein ihtiyacını karşılayacaktın…
-Aman Mirim ben zaten vegeteryanım; hiçbir derdim olmaz hayvan kesimi ile… Hububat, tahıl neyime yetmez.
-Tamam tahıl olsun. Sen kendin mi yetiştirdiğini sanıyorsun; tahıl, hububat ve zerzevatı. Sen, sadece şartlarını oluşturuyorsun…  O nesneye ait kuralları tecrübe ederek, sen ona tabi oluyorsun; kontrol hala Cenab-ı  Allah’ın elinde. Kainatta her oluşumda, ister senin elinden, senin iradenle çıksın, ister doğrudan C.Hakk yaratsın, üretsin, yapsın bir kuralsızlık göremezsin.  Kainat, sürekli bir değişim dönüşüm ve devinim halindedir… Her şeyin bir nispeti ve oranı vardır. Bir defter sayfasına gelişi güzel yüzlerce çizgi çiz. Karışık ve karmaşık… Bak bakalım ne görürsün?..
-Ne göreceğim Mirim; bazı çizgiler birbirine teğet dokunur geçer. Bazıları diğerini keser, bazıları paralel olur. İyi de sen bunu bana neden sordun?
-İşte asıl mesele burada: Senin soru sormanı sağlamak. Şayet soruyorsan düşünüyorsun demektir. Bir şeyi bilmek, düşünmek anlamına gelmeyebilir. Ama “soruyorsan mutlaka düşünüyorsun” demektir.
İnsan ilişkileri de bir sayfadaki karmaşık çizgiler gibi resmedilebilir. Bazıları teğet olurlar birbirlerine; bazıları keser, bazıları da paralel olurlar… Aralarında da bir oran ve münasebet olur.
Şimdi gelelim konuya.
C.Hakk, bize çizgileri çizmemiz için boş defter sayfası vermemiş. Büyüklü, küçüklü , kalın veya geniş,  kimisine de  blok not defteri dediğimiz oranda defter sayfaları vermiş. Adına ömür ya da kader diyoruz.  Ancak bu defter sayfaları, kareli-çizgili olanlarından.  Öyle, çizgileri çizmeyi-yazılarda harf ve rakamları dizmeyi,  senin keyfine bırakmamış.  İraden de serbestsin ama bu ana-master çizgileri de görmezden gelme. “Bu kurallara dikkat et! Etmezsen yazın karmaşık olur… İşin içinden çıkamazsın,” demiş…
-Bir muhasebe kayıt defterinde borca yazacağın bir değeri, alacağa yaz bakalım da ne olur görürsün Mirim?..
-Evet aynen öyle. Kainatta gizli kurallar vardır… Sen onlara ters düşmeden yaşamaya çalışırsın. Önemli olan senin senle, diğer insanlarla , diğer varlıklarla münasebet ve ilişkilerindir seni mutlu eden veya huzursuz eden.
-Mirim, keşke insanoğlu başkasına gösterdiği nezaket ve hassasiyeti kendisine de gösterebilse…
-Çok haklısın… Gezegenlerde bir çekim-cazibe yasası vardır; güçlü zayıfı çeker. Zayıf eğer güçlünün çekim alanına yaklaşırsa güçlünün çekim ağına düşüverir. O güçlü, artık onu kontrol etmeye başlar. Demek ki yakınlık ve uzaklık önemli. Kütle büyüklüğü önemli, hız önemli… Enerji gücü, atom yapısı önemli. Temel bilimler dediğimiz tür bilgiler, kainatı inceleyen, O’nun kurallarını anlamaya çalışan gayret ve çabalardır…
Allah’ın, doğrudan yetki alanında olan şeylerde kargaşa yoktur. Kargaşa bizim tercihlerimizdedir. Gerek benim kendime karşı, gerek hemcinslerime, gerekse de hemcinslerimizin dışındaki; dağlar-taşlar, bitkiler ve hayvanlar alemine karşı… Sen dere yatağına ev yaparsan akibet sel götürür seni; bu sonuç kaçınılmaz olur.
C.Hakk da, K.Kerim’inde bize rehberlik etmiş ki; bu ayetlerin bir kısmı Beşeri Münasebetleri düzenler…  
Beşeri Münasebetler:İnsanların birbirlerine olan ilişkilerinde ölçülü ve orantılı olması, demektir.
Biz onu “İnsan İlişkileri” olarak tercüme ettik…  Orantılı olmak, ölçülü olmak ve insana yakışanı yapmak konusunda insanı serbest bıraktık maalesef... Ölçüsüz oldu. Keyfiliğe ulaştı. Bizim kareli-çizgili defter sayfası, boş a/4 sayfasına dönüştü. Hani defter bile olsa bir ön sayfa, orta sayfa, son sayfa gibi tanımlara bağlıdır. Bizim ilişkiler say ki a/4… Eğer düzenli tutar, dosyalar-klasöre zımbalayıp takarsan ne ala; yoksa  birbirinden bağımsız tekil ilişkiler olarak sürüp gitmeye mahkum… Köksüz,dalsız ve budaksız. Köksüz ilişkilerde vefa, dalsız ilişkilerde himaye arama…
Sevgili Kahyam bugün giriş sayfasını yazdık eğer C. Hakk izin verirse K.Kerim’deki beşeri münasebetler ayetlerini inceleyerek bu konuya dilimizin döndüğü kadar parmak basmış olacağız. Haydi sen şimdilik gönlünce rahat ol.
-Mirim eski adı Adâb-ı Muâşeret idi. İnsanlarla iç içe yaşamanın kuralları. Bunları mı inceleyeceğiz K.Kerim’de…

-Evvvvet… Aynen onları…

23 Ocak 2018 Salı

ÖNSÖZ



ÖNSÖZ
Kainatta bulunan -canlı cansız fark etmez- şüphesiz ki en karmaşık varlığı insandır… Bu nedenle; onun gerek kişisel gerek toplumsal ilişkilerine akıl sır erdirmek kolay olmasa gerektir.
Adem babamızdan başlayan bu zincirde sağa sola sapan yüksek veya dip davranışları; kah akıl, kah kanun, kah ilahi vahiyle belirli bir ölçüde tutmanın yolu oldum olası aranmıştır.
Bunların genel adına “âdâb-ı muâşeret” dediğimiz insan ilişkilerini derleyip toplayıp sıralayıp  bir düzen içerisinde tertip edilmiş k,itaplar mevcuttur.
Bizim çalışmamızın özü günlük hayatta şahıslar merkezli  insan ilişkilerini içeren yazılardan oluşmaktadır.
Bu ilişkilerin psikolojik hareket noktaları, sosyal hayata tesirleri ayetler hadisler örf adetler ölçüsüyle değerlendirilip 50 başlık altında sunulmuştur.
Ahretlik dostum usta sanatçı Elhan SEZEN’e ithaf etmenin mutluluğu içerisinde; umarız ki başkasının hayatını sorgulamadan kendi hayatımızı sorgular kendi terazimizle kendimizi tartarken temel ölçüleri kaçırmamış oluruz.

Hasan Basri HÜRATA

18 Ocak 2018 Perşembe

FİLİSTİN 21...

FİLİSTİN 21…
Yusuf Suresi’nden çıkarılacak tutum ve davranışlar…
-K.Kerim inanç alanında olduğu kadar düşünce alanlına da rehberlik eder.
-Rüyalarına dikkat et; hayatının ipuçları olabilir.
-Kendine ait sırlarını başkaları ile paylaşma…
-İnsan hayatı risklerle doludur; bu tehdit en yakınlarında bile gelebilir.
-Sana verilen imkan ve fırsatlar başına bela da olabilir.
-Sana verilen imkan ve fırsatlar başkalarını kıskandırabilir.
-İnsanı tahrik eden yanlışa sevk eden faktörler nefsinizden kaynaklanıyor olabilir.
-En zor durumlarda dahi  C. Hakk hiç ummadığın bir tarzda  çıkış yolu yaratabilir.
-Halinin zorluğu istikbalde de devam edecek anlama gelmez. Ümitle koşmaya devam edeceksin.
-Sana teklif edilen nefsine hoş gelen bazı şeyler  başına bela olabilir.
-“Hayır” demek güç ister. “Evet” demek daha kolaydır.
-Geçici güzelliklere kapılma ebedi güzellikleri ara.
-İnsan hayatı iniş çıkışlarla doludur.
-Bazen iftiraya da uğraya bilirsin; tedirgin olma, sabret gerçeklerin gün yüzüne çıkmak gibi bir huyları vardır.
-Kötülüklerle baş etmek iyilikleri başarabilmek için Allah’tan destek iste…
-İffetli ol…
-Güçlüler,  kendilerini haklı çıkarmak için her türlü zorbalığa başvurabilirler.
-Hayatın her evresi eğitim ve gelişimle doludur önemli olan bu ayırımı fark edebilmektir.
-Bazen insanlar sendeki cevheri geç fark edebilirler.
-Kendine emanet edilen bir görevi hakkı ile yerine getir. Görevin icabatı neyse onları tam ve doğru yap.
-Güçlü olduğun zaman adaletten ayrılma..
-İntikam almaya kalkma; affet.
-Sana yapılan zulmün hesabını Allah’a bırak; O ne gerekiyorsa yapacaktır.
-Uzak yakın fark etmez insanlara merhametle davran…
-Allah’ın maddi manevi çeşitli türde lütufları vardır.
-Allah’ın en yüce lütfu kendisine inanma fırsatı vermesidir.
-İnsanlar kendisine verilenlere karşı şükretmek acizdirler.
-İyi işler yapanları C. Hakk mutlaka ödüllendirir; kötü işler yapanları da cezalandırır.
-İnsanlar Allah’ı bırakıp bazı şeyleri  nefislerini ilahlaştırıp onun peşinden koşabilirler.
-Referans ve destek istediğiniz kişiye fazla güvenme aslolan Allah’a tevekkül etmek O’na dayanıp güvenmektir.
-Allah hükmedenlerin en güzelidir.
-Erdemli olgun kişiler tasa ve kederlerini sadece Allah’a bildirirler…
-Eski kavimlerin tarihsel süreçlerini incelemek kişiyi geliştirir…
-Veli edinmek; onu yetkili kılmak, ona itaat ve tabi olmak için Allah’tan üstünü olamaz.
-“Allah’ım beni Müslüman olmak ölmemi ve salih insanlarla ahrette beraber bulunmamı sağla” Hz. Yusuf’un özel duasıdır bu duaya sen de er geç katılmak için o yönde düşün…
YUSUF PEYGAMBER HAYATI BİTTİ.

Yakında İSRAİL OĞULLARININ DEVAMI Musa Davut Süleyman peygamberler ve KUDÜS TARİHİ.

FİLİSTİN 20

KISA KISA…  FİLİSTİN 20…
K.Kerim’in veciz oluşu…
Dün K.Kerim’in mucize oluşundan bahis konusu yapmıştık. Bugün de “veciz” oluşunu konuşalım sizlerle…
Vecz; Arap kökenli bir kelime; anlamı da: Kısa ve öz konuşmak, ifade etmek demek…
Veciz cümlelerde artık kelime bulunmaz. “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Atatürk’e ait bu cümlede bazı rivayetlerde “fen” kelimesi de eklidir.  “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” Fen kelimesi veciz olma özelliğini zayıflattığı için “fen “ kelimesi ekarte edilmiş vecize “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir.” Olarak anılmaktadır ve doğrudur da. Bu cümlede dünyadaki tüm insanlar ortak akıl oluşturabilirler. Tıpkı Hz. Ali Efendimizin “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum.” Vecizesi gibi…
Vecize bu…
Bir de kelimelerin “kapsadığı içerdiği anlam gücü” var… Tabii bir de “söyleyiş ifade gücü…”
Edebi metinler K.Kerim’le kıyaslanacak olsa- kıyaslamak zaten olası değildir- hepsi sınıfta kalır paçavra haline gelirdi. Nitekim Arap edebiyatının en ünlü edipleri –bazıları- hadlerini idrak edip artık bundan sonra şiir yazılamaz diyecek kadar hakkı teslim etmişlerdir.
“Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimiz (Kur’an) hakkında şüphede iseniz, haydin onun benzeri bir sûre getirin ve eğer doğru söyleyenler iseniz, Allah’tan başka şahitlerinizi çağırın (ve bunu ispat edin).)” Bakara:23. C. Hakk K.Kerim ifadelerine denk herhangi bir edebi metin yazılamayacağını bu şekilde ifade etmiştir.
Yusuf Suresindeki bir küçük ayrıntı ile C. Hakk veciz bir ifade kullanmıştır bugün bunu konu edelim. Önce ayet:
15. Yûsuf ’u götürüp kuyunun dibine bırakmaya karar verdikleri zaman biz de ona, “Andolsun, (senin Yûsuf olduğunun) farkında değillerken onların bu işlerini sen kendilerine haber vereceksin” diye vahyettik. 16. (Yûsuf ’u kuyuya bırakıp) akşamleyin ağlayarak babalarına geldiler.”
Ayet bu… Akla gelen soru da şu: “Yusuf’un atıldığı kuyuda su var mı idi?” C. Hakk bu zihinsel elde olmayan soru için; hemen,  kuyuda su olduğunu artık kelime kullanmadan, veciz oluşunu bozmadan ifade edivermiş…
Arap dilinde kuyu ile alakalı iki kelime var “Bİ’R” ve “CUBB” her ikisi de kuyu anlamında. Ayette geçen  kuyu kelimesi “CUBB”
-Mirim suya atlayan veya atılan bir şey “Cubb” diye ses çıkarıyor… Bu kelime  suyun olmasına mı işaret…
-Evet aynen o.  Bi’r kelimesi aynı ifadeyi kapsıyor ancak aynı  melodiyi taşımıyor…

Devamı var…     

16 Ocak 2018 Salı

FİLİSTİN 19... MUCİZE...

KISA KISA…  FİLİSTİN 19…
K.Kerim’in icazı… MUCİZE…
İcaz mucize bu iki kelime aynı köktendir; bir konu ve izah karşısında, şaşkın olmak, şaşırmak, aciz kalmak anlamına gelir. Biz genel de mucizeyi fevkalhal/olağan üstü diye değerlendiririz halbuki bu bir abartıdır. Mucizevi olaylar gerçekleşme ihtimali dahilinde olan olaylardır. Mucizeler de kader kitabının öngörüleridir. Biz konuyu abartınca olabilirlik özelliğini unutup erişilmezlik özelliği yükleyerek kapsamı değiştirdik. Bu da bizi üzerinde düşünüp “acaba ben de bu olayı yapabilir miyim?” duygumuzu baskıladı.
İsterseniz örnekleyelim…
Miraç hadisesi bir mucizevi olaydır.  Efendimiz İsra Suresi 1. Ayette ifade edildiği gibi: “Mekke’den Kudus’e bir gece içerisinde  götürülmüştür.” Bu bir ayet ifadesidir ki inkar mümkün değildir.
Mirac’ın ikinci aşaması gökyüzü katmanıdır. Efendimizin beyanı olduğu için kabul ederiz.
Mirac’ın üçüncü evresi de gökyüzünden ötesi bir boyuta götürülmedir ki biz buna kısaca feza boşluk uzay demekteyiz. Bu aşama da Efendimizin beyanı dahilindedir.
C. Hakk bu üç evreli olayın sadece ilk evresini K.Kerim’de belirtir…İkinci ve üçüncü aşamaları K.Kerim’de belirtmez. Zira birinci aşama sıradan ispat dahilinde olanları  K.Kerim’de belirtmiş ve zihinleri zorlayan kalpleri tatmin zorluğuna düşürenleri belirtmemiş onu zamana ve bizlere bırakmıştır.
Bu olay Miraç olayı “kul insan olarak” gerçekleştirildiğini de ayrıca ima değil bizzat ifade etmiştir ki diğer kullar da hiçbir tereddüt yaşamadan bu evreleri yapabilsinler diye…
Bu kısa bilgilere gelin bir de tarih koyalım miladi 620 yılı. Yani hem daha dün hem de insani bir eylem.
Bu derli toplu, imadan uzak bizzat açıklanan bilgi varken; bizler, sadece iman edip “acaba biz neden buna benzer olayı gerçekleştiremiyoruz? “demedik ve bu olay 1900’lü yılların hemen başında Wright kardeşlere nasip oldu.  Bir gece içerisinde Mekke ile Kudüs arasına gelip gidebilecek uçağı yapmak onlara mukadder oldu. 620 yılının Miraç  mucizesi deyip apışıp kaldığımız  olay sıradanlaştı.
-Mirim sadece o mu?..  Miracın sen birinci ve ikinci aşamasını birleştirdin uçağın icadı ile; Yuri Gagarin ne olacak o da ilk keza uzay boşluğuna çıkan kişi değil mi?
-Evet doğru Yuri Gagarin  1961 yılında; uzay boşluğuna ilk adım atan o. Tabi biz bu olayı ona hamlediyoruz halbuki onun arka planında onlarca çeşit bilim adamı var, işin görünmez adları sanları anılmaz kahramanlar var… Gagarin astronot/pilot. Oysa arka planda astronomi-kozmografya uzmanları, makine mühendisleri, maden metalürji mühendisleri, işletmeciler iktisatçılar siyasiler  say say bitmez yüzlerce insan var…
-Mirim uzun lafın kısası demek ki mucizevi olaylar ileride gerçekleşecek olayların ipuçları; inanmanın ötesinde irdelenip üzerinde kafa yorulacak şeyler  desek herhalde konuyu toparlarız.  

-Evet doğrudur… Gelecek konu: K.Kerim’in veciz oluşu…

15 Ocak 2018 Pazartesi

AH ŞU LİDERLER... GİZLİ GÜNDEM...

AH ŞU LİDERLER… GİZLİ GÜNDEM…
Hoca’nın biri abartmış; günün her saatinde K.Kerim okur, tefsirle inceler, falan derken; bir ailesi olduğunu, onlarında nefsani zevk eğlence taleplerinin olduğunu unutur… Bir gün böyle beş gün böyle gına gelir kadına kıza da; ortaya amiyane bir halk darb-ı meseli çıkar: “Her gün Kur’an her gün Kur’an, yoldan çıksın yanında duran.”
Haydi gelin bugün biraz tahlillerde bulunalım. Liderleri konuşalım aklımız erdiğince.
-Mirim konuya ben başlayayım.
-Hay hay.
-Bir kişi hakkında lehte ve aleyhte konuşanlar varsa dip ve zirve yapıyorsa o kişi liderdir.
-Doğru. Ama bu konu çooook su götürür… Öğünerek söylediğimiz takdir edip göklere çıkardığımız iyi bir haslet deyip modellediğimiz bir davranış, Fatih Sultan Mehmet’in sözü: “ Eğer düşüncemi sakalımdan bir tel anlasaydı onu yolar atardım.” Fatih’e çevresi devlet işleriyle alakalı bir soru sorar: “Hünkarım sefer hazırlığına başlayın buyurdunuz… Sefer nereye? Ona göre hazırlanalım…” Sorusunun cevabıdır o…
Biz bu cevaba meftunuzdur… Saatlerce konuşur yüzlerce sayfa makale yazabiliriz.. Halbuki bu cevabın arka planına baktığınızda, her liderin; gizli bir gündeminin olduğunu, onu zihninde kalbinde taşıdığını, asıl hedefinin o olduğunu düşünmeyiz.   Zaten onu sezdiğinizde de o lider size düşman olur çıkar… Önce itibarsızlaştırır; daha da yetmedi mi, seni suçlu ilan eder, elindeki her türlü siyasi, sosyal, kanuni erki senin aleyhine kullanmaktan da çekinmez.
Tarihte lider vasfında görev yapmış ne kadar devlet adamı varsa hepsi bu yola baş vurmuştur az veya çok…
-Mirim Atatürk ve İnönü içinde mi geçerli bu tahlil?
-Atatürk için denebilir ama İnönü için denilemez. İnönü daha bir bürokrattır. Askeri bürokrat… Atatürk bir şeyi emrederken; ya kuvvetli bir temele dayandırır ya da insanları şu veya bu şekilde ikna eder öyle ulaşırdı hedefine. Çanakkale’de mermisi bitmiş bozulmuş  kaçmakta olan piyade birliklerimize; süngü taktırıp yeniden savaş vaziyetine sokar ve : “Ben size ölmenizi emrediyorum.” Emrini verir. Bu emrin arkasında herkes karizma ararken, askerimizdeki; şahadet aşkı, vatan sevgisi ve Allah korkusunu atlar görmezden gelir. Mustafa Kemal bu temel duyguya dayandırmıştır buyruğunu…
İnönü öyle değildir; olması gerekeni, içilmesi gereken acı ilacı milletin burnunu sıkar ağzını açtırır öyle içirirdi.  O bir askeri bürokrattı. Liderlik vasfı, açıklık aleni oluş tabiatının gerisinde kalırdı.  Oysa liderleri ay gibidir; hep aydınlık yüzünü görürsün, nur gibidir ama asıl gizli gündemleri ayın arka yüzündedir.
-Mirim günümüz liderleri de mi aynı?

-Lider olduktan sonra aynıdır. Liderlerin dünü bugünü olmaz. Yarın da öyle olacaklardır…

13 Ocak 2018 Cumartesi

FİLİSTİN 18

KISA KISA…  FİLİSTİN 18…
RÜYA… İPUCU…
 3. Sana bu Kur’an’ı vahyetmekle kıssaların en güzelini anlatıyoruz. Hâlbuki daha önce sen bunlardan habersiz idin. 4. Hani Yûsuf, babasına “Babacığım! Gerçekten ben (rüyada) on bir yıldız, güneşi ve ayı gördüm. Gördüm ki onlar bana boyun eğiyorlardı” demişti. 5. Babası, şöyle dedi: “Yavrucuğum! Rüyanı kardeşlerine anlatma. Yoksa, sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” 6. “İşte Rabbin seni böylece seçecek, sana (rüyada görülen) olayların yorumunu öğretecek ve daha önce ataların İbrahim ve İshak’a nimetlerini tamamladığı gibi sana ve Yakub soyuna da tamamlayacaktır. Şüphesiz ki, Rabbin hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
K.Kerim, bir tarih kitabı değildir; ancak, eski kavimlerden ve kişiliklerden bahsederek günümüz insanına modelleme yapar… Bu surede de Efendimize hitaben “Biz sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz” diyerek dikkatte algıda seçiciliği vurgulamış olur.
Gelelim rüya meselesine…
Rüya hayatın bir gerçeği… Hayat iki alandan oluşur ŞUUR’lu alan… Kontrolümüzdeki alan. Bir de ŞUURALTI ALAN… kontrol edemediğimiz hatta  bazen bizi kendisinin kontrol ettiği alan…  ŞUURALTI…
-Mirim zaten şuuraltını kontrol edebilsen kendini aştın demektir.  
-Evet. İslami literatürde  RÜYA’nın bir gerçekliği vardır. Hatta ikiye ayrılır SADIKA doğru sahih gerçekçi rüya diye. Bir de KAZİBE yalancı rüya var.  Gerçeklere uymayan hafakan vehim kuruntu dediğimiz… Efendimize bazı vahiylerin ayet ve surelerin uykuda rüya esnasında indiği kendi rivayeti ile gerçek kabul ediyoruz. Rüyay-ı sadıka veya Saliha o işte…
Şimdi başlığımızı değerlendirip konuyu devam ettirelim.
Hayatta iki alan var bilgi açısından. Somut ispat alanında bulunan bilgiler… Mesela saf su deniz seviyesinde 1000’de kaynar ve 00’de donar… Buna inanmaya gerek yoktur. Zira ispat alanında bir bilgidir… Denersin defalarca aynı neticeye de ulaşırsın…
Bir de inanç alanı bilgileri vardır… Bunlarda ispat aranmaz.  İkna ve kanaat geçerlidir… İşte burada C. Hakk biz insanoğluna bazı ipuçları vererek bizim inanmamızı kolaylaştırmıştır.
Kadere imanın ipucu da “RÜYA”lardır… Rüya, -ileriye yönelik görülerek- gerçekleştiğinde; bir  kader yazgı olgusunun varlığının bir kanıtıdır. Hz. Yusuf’un başına geleceklerini de C. Hakk rüya yoluyla işaret etmiş ve  Yusuf bu olayları yaşamıştır ailesi ile birlikte.Bizlerse de bir ipucu vererek kadere inanmamız gerektiğini işaret etmiş olmaktadır.
Hz. Yusuf’un gördüğü baba Yakub’un yorduğu rüyanın bize düşündürdüğü budur.
Yusuf Suresini okuyup düşünceden uzak kalırsak  Hz. Ali Efendimizin “Hayber Kalasi Fethi” hikayesi ve “Kesikbaş” hikayesinden farkı kalmaz.

İYİ PAZARLAR…

12 Ocak 2018 Cuma

FİLİSTİN 17

KISA KISA…  FİLİSTİN 17…
Yusuf Suresi’nin düşündürdükleri…
1.Elif Lâm Râ. Bunlar, apaçık Kitab’ın âyetleridir.
2. Biz onu, akıl erdiresiniz diye Arapça bir Kur’an olarak indirdik.
 Elim Lam Râ… Arap alfabesi harfleridir. Bir formül veya simge ifade etmektedir.  Neyi içerdiğini C. Hakk açık etmemiştir. Bu tür yatelerden çıkaracağımız şudur: C. Hakk bize hayat her zaman düz ifadelerden oluşmaz. Bazı formüller vardır ifade ettiği harfin dışında düşünceler içerebilir. Örnek: E=m.c2 bu formül harfleri alfabenin Latin alfabesinin harfleridir ancak  bu formül harflerin ötesinde bir düşünceyi ifade eder.
C. Hakk da hayatınızın anlam kazanması için bu tür simgeleri de düşünün tarzında bize modelleme yapmıştır…  
K.Kerim niçin Arapça indirildi?
Bu ayete göre; hayatın daha iyi anlaşılması ve aklî verilere normlara uygun oluşundan Arapça indirildi…   Miladi 610’lu yılları düşünürsek (610-632)alfabesi , edebiyatı, dil kuralları en kapsamlı olan dil Arapçadır.
-İyi Mirim de dil canlı bir organizma… Gelişir, ölür, kelimeler, değişime uğrar… Arapça eskimeyecek mi? Eskimiyor mu?
-Kahya Efendi. Değerlendirmende haklısın. Buraya bir ancak koyalım. K.Kerim’in dili, Arapçanın ötesinde bir kelime terminolojisine sahiptir. Kelime dağarcığı ile cümlenin ögeleri bakımından da farklılıklar gösterir Kur’an…  İşte bu iki nedenle yani sarf dediğimiz kelime türetimi nahiv dediğimiz cümle içindeki anlam yüklemesi  Arapçaya bir ayrıcalık katar. Ve Arap dilini sabite oturtur.
Araplar veya diğer şarkiyatçılar/oryantalistler  dille alakalı ifade ile alakalı bir problem yaşadıklarında hemen öncelikle K.Kerim’e bakarlar. K.Kerim’de bu ne anlama geliyor, nasıl kullanılmış.  K.Kerim’de nasıl kullanılmışsa hiç tartışmadan onu gramatik olarak aynen kabul ederler. Şayet K.Kerim’de belirtilmemişse o zaman o bölüm dilin değişkenliğine açıktır.
Sizleri sıkmamak için kısa kısa bölümler almaya gayret göstereceğiz.  Hürmetlerimizle…

Devamı var…

11 Ocak 2018 Perşembe

FİLİSTİN 16

KISA KISA…  FİLİSTİN 16…
ANTON SENDROMU… Emsey Hospital  doktorlarından Op.Dr. Ramız Ahmadov’la Sohbet…
İstanbul’un en iyi gelişen bölgelerinden sayılan Kurt Köy’de EMSEY hastanesi var.  Bu hastane, hem teknik eleman doktor kalitesi hem de otelcilik dediğimiz yeme içme barınma hizmetlerini çok iyi seviyede başarabilmiş bir hastane… Göz değil de beyin cerrahisi servisine salık verdiler Hz. Yakub’un görme kaybının değerlendirilmesi için…
Biz de o servisten bir randevu talep ettik kırmadılar ve gerekli cevabımızı da aldık.
Mesele şu: Hz. Yakup evlatlarının acısından dolayı gözüne ak/boz inip görme yetisi kaybolmuştu. Amenna. Hz. Yusuf’un yaşadığı, gömleği ile kanıtlanınca görme yetisi geri gelmişti. Bu mucize midir? Yoksa sıradan bir olay mıdır? Bu soruyu sorduk ayetleri bizzat göstererek, Op Dr. Ramiz Bey’e. O da:
-Arkadaşım konuya vakıfım. Ama yine de ayetleri tekrar okuyalım. Dedi ve 84. ve 96. Ayetleri tekrar okuduk.
84. Onlardan(evlatlarından) yüz çevirdi ve, “Vah! Yûsuf ’a vah!” dedi ve üzüntüden iki gözüne ak düştü. O artık acısını içinde saklıyordu.
96. Müjdeci gelip (Yusuf’un)gömleği Yakub’un yüzüne koyunca gözleri açılıverdi. Yakub, “Ben size, Allah tarafından, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim demedim mi?” dedi.
Hasan Basri Bey bizim tanılarımızda bu tür geçici duyu kayıplarının genel adına ANTON SENDROMU adı veririz. Şartlara bağlı duyu kayıpları  şartlar ortadan kalktıktan sonra  tekrar duyu özelliği yerine gelir. Kesin kayıplarda bu geri dönmüşüm biraz zor olur ama imkansız değil. Hatta başka bir yönünü söyleyeyim; hastada aslında duyu kaybı yoktur ama beyin  o hassayı durdurur hasta da kör olduğunu sanır. Aslında kör değildir… Böyle insanlara dahi rastlanmıştır.  Bu travmalar fiziki ve/veya ruhsal psikolojik bile olabilir. Hz. Yakub’un ki psikolojik bir travmadır. Üzüntü keder.
-Peki Doktor Bey bu olay mucize midir?
-Zamanını düşünürseniz mucize olarak değerlendirebilirsiniz?.. Ama teknik ilerleyince bu olay sıradanlaşır.
-Peki C. Hak madem bu olay sıradanlaşacak; neden K.Kerim’inde bahsediyor?
-Hasan Basri Bey K.Kerim’de bahis konusu yapması her halde “dikkat çekmek için” olsa gerektir. O da insanların anlayış ve olaylara bakışlarına göre değişir. Aslında K.Kerim bilime bu yönde de ışık tutar.
-Doktor Bey çok teşekkür ederim… Anladık ki; Hz. Yakup’un görme yetisi kaybı geçici sendrommuş.  Şartlar değişince de görme yetisi geri gelmiş desek yanlış olmaz yani.
-Evet. Yanlış olmaz.
- Tekrar çok teşekkür ediyoruz.
Devamı var.

Gelecek yazımızda  Yusuf Suresi’nden çıkarımlar…

10 Ocak 2018 Çarşamba

FİLİSTİN 15

KISA KISA…  FİLİSTİN 15…
YUSUF’UN GAYBUBİYETİ BİTİYOR…
Nerde kalmıştık? Hatırlarsak; Hz. Yusuf, ufak bir ayak oyunu ile kardeşi  Bünyamin’i Mısır’a getirmenin yolunu buldu. Mısır’da yanında kalmasını da sağladı; ama bu olay Hz. Yakub’a fazla geldi. Yirmi sene kadar bir süreden beri oğlu Yusuf’un acısını içinde taşıyan baba Yakup, bu sefer de Bünyamin’den olunca gözlerine ak düşmüş idi. 
Peki sonra ne oldu; olaylar nasıl gelişti?  Yusuf kendisini tanıttı mı?
84. Onlardan yüz çevirdi ve, “Vah! Yûsuf ’a vah!” dedi ve üzüntüden iki gözüne ak düştü. O artık acısını içinde saklıyordu.
 85. Oğulları, “Allah’a yemin ederiz ki, sen hâlâ Yusuf ’u anıp duruyorsun. Sonunda üzüntüden eriyip gideceksin veya helâk olacaksın” dediler.
86. Yakub, “Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim. Ben, Allah tarafından sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” dedi.
87. “Ey oğullarım! Gidin Yûsuf ’u ve kardeşini araştırın. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümidini kesmez.”
88. Bunun üzerine (Mısır’a dönüp) Yûsuf ’un yanına girdiklerinde, “Ey güçlü vezir! Bize ve ailemize darlık ve sıkıntı dokundu. Değersiz bir sermaye ile geldik. Zahiremizi tam ölç, ayrıca bize sadaka ver. Şüphesiz Allah, sadaka verenleri mükâfatlandırır” dediler.
89. Yûsuf dedi ki: “Siz (henüz) cahil kimseler iken Yûsuf ve kardeşine neler yaptığınızı biliyor musunuz?”
90. Kardeşleri, “Yoksa sen, sen Yûsuf musun?” dediler. O da, “Ben Yûsuf ’um, bu da kardeşim. Allah, bize iyilikte bulundu. Çünkü, kim kötülükten sakınır ve sabrederse, şüphesiz Allah iyi ve yararlı işleri en güzel şekilde yapanların mükâfatını zayi etmez” dedi.
91. Dediler ki: “Allah’a andolsun, gerçekten Allah seni bize üstün kıldı. Gerçekten biz suç işlemiştik.”
92. Yûsuf dedi ki: “Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin en merhametlisidir.
93. Bu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun ki, gözleri açılsın ve bütün ailenizi bana getirin” dedi.
94. Kervan (Mısır’dan) ayrılınca babaları, “Bana bunak demezseniz, şüphesiz ben Yûsuf ’un kokusunu alıyorum” dedi.
 95. Onlar da, “Allah’a yemin ederiz ki sen hâlâ eski şaşkınlığındasın” dediler.
96. Müjdeci gelip gömleği Yakub’un yüzüne koyunca gözleri açılıverdi. Yakub, “Ben size, Allah tarafından, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim demedim mi?” dedi.
97. Oğulları, “Ey babamız! Allah’tan suçlarımızın bağışlanmasını dile. Biz gerçekten suçlu idik” dediler.
 98. Yakub, “Rabbimden sizin bağışlanmanızı dileyeceğim. Şüphesiz O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir” dedi.
Devamı var.
ANTON SENDROMU… Emsey Hospital  doktorlarından Op.Dr. Ramiz Ahmadov’la Sohbet…

BU BÖLÜMDEN ÇIKARACAĞIMIZ DAVRANIŞLAR…

PARA VE İRADE...

PARA VE İRADE…
Paranız yoksa bir işi başaramazsınız; iradeniz yoksa o zaman hiç başaramazsınız, derler… Acaba ne kadar doğrudur,  deyip  şöyle bir ölçüp biçip karar versek ne dersiniz?
Türk siyasi tarihinde sosyal değişim dönüşümler hep ordu gücüyle gerçekleşmiştir. 21. Yüzyıldan geri gidersek tabi ki…
28 Şubat 1997, 12 Eylül 1980, 1972 düzenlemeleri, 1961 falan falan… Bunlar T.C. Operasyonları… Osmanlıya bakalım; III.Selim(öl.1808) değişimi dönüşümü Nizamı Cedit adı altında yeni bir ordu kurarak yapmak istedi; eskiyi kaldıramadığından başarılı olmadı. 
Peşi sıra ahfadından II.Mahmut Asakir-i Mansure-i Muhammmediye’yi kurdu ve sanırım 1926’da Yeniçeri Ordu düzenini kaldırdı ve kendi örfünce sosyal düzenlemeleri gerçekleştirdi. Kabaca söylersek sarıklar gitti fes geldi başımıza… Şarkılara şiirlere konu oldu… K.Sunal: “Fes başıma fes başıma…”
Gelelim Sultan Abdülaziz ve II.Abdülhamit dönemine. Her ikisinde de katlinde ve hallinde(tahtan indirilmesi) yine aynı usul ordu kullanılarak gerçekleşti…
-Mirim bu örneklerin “para ve irade” ile bağıntısı ne? Ben bir ilişki göremedim.
-Evet doğrudur… Bak şöyle…
Mustafa Kemal, bir Osmanlı subayıdır. Kader onun -istikbalde padişah olacak- veliaht Vahdettin’le  yolunu birleştirir…15.12.1917’de başlayacak olan 3 haftalık bir Almanya resmi seyahatine beraber giderler…  
O tarihte Mustafa Kemal 36 yaş civarındadır. Vahdettin ise 56 yaşındadır; yani Atatürk’ten 20 yaş kadar büyüktür… Mustafa Kemal,  Vahdettin’le bu ve benzer görüşmelerde onun karakter yapısını tanımaya tahlil etmeye çalışır. Hatta bir görüşmesi sonrası fikri sorulduğunda “Ya çok zeki ya da çok aptal, çözemedim” diyecektir…
Birinci Dünya Savaşı bizim topraklarımızda  sürerken o kaotik dönem devam eder; devlet çöker… Yerine  Ankara başkentli yeni devlet kurulur 23 Nisan 1920. 16 Ekim 1922’de Vahdettin ailesi ile birlikte ülkeyi terk eder akabinde de 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılır.Cumhuriyet ilan edilir 29 Ekim 1923.
Sabık sakıt mülga artık ne derseniz Sultan Vahdettin  İtalya’nın San Remo kentinde 16 Mayıs 1926’da vefat eder.
Tabi İtalya Büyük elçimiz Ankara’ya bildirmiştir… Ankara’da o dönemde Reisicumhurumuz olan Mustafa Kemal’e olayı/haberi telgrafla haber verir. Paşa o günlerde Adana’da bir çalışmadadır… Toplantı halinde iken telgrafı verirler kendisine; okur ve  değerlendirmesi şöyledir:
-Arkadaşlar dünyanın en dürüst insanının ölüm haberini almış bulunuyorum. “Kimdir o Paşam?” denildiğinde:
-Vahdettin… Neden derseniz; o isteseydi hazinede bulunan bütün kıymetli eşyaları mücevherleri alır gider yeni bir ordu kurar ve bu badireden de kendi lehine kurtulabilirdi. Ama yapmadı… Millete ait şeylere dokunmadı…
-Mirim tamam şimdi… Anladım bir orduyu kurmak için para gerekli ama asıl irade istek arzu kararlılık gerekiyor demek ki…
-Evet. Aynen öyle bak şimdi paramız yok ama orduyu yenilemek için revize etmek için yeterli azim ve irade var demek ki… Vahdettin, bu kararlılığı gösteremedi herhalde…
-Mirim neden Atatürk demiyorsun da ha bire Mustafa Kemal deyip duruyorsun?
-Kahya Efendi duygu esiri fanatik Atatürkçüleri geçtin desem yanlış olmaz. Yahu bu olaylar olduğunda daha Atatürk soyadını almadı ki… Soyadı Kanunu ne zaman çıktı?
-Sanırım 1934/1935’ler.
-Bak kendin söyledin o tarihte Mustafa Kemal Paşa… Daha Atatürk değil…
-İyi Mirim de peygamberimiz de 571’de doğduğunda Hz. Muhammet diyoruz ya. O zaman peygamber değildi. Sadece  Muhammet  571’de doğru desek doğru olur mu?

-Kahya Efendi şu düz Aristo mantığından bir vazgeç önce. Allah’ın seçtiği ile kulların takdirini kazanmış birisini kıyaslamaya kalkma. Ona bakarsan gerçek izzet saygınlık Allah’ın yanında olan. Konuyu da fazla örselemeden şu bilinmeli ki; irade ve azim bazen paranın önüne geçiveriyor…

8 Ocak 2018 Pazartesi

BEREKET ÜZERİNE...

BEREKET ÜZERİNE…
İnsanoğlu ölene dek bir şeyler öğrenirmiş. Tabi en sonunda da ölümü öğrenir ahretin kapısını.  Yani bildiklerinin anlamı değişir yaşlandıkça ya da yeni şeyler öğrenirsin; kah duyarak, kah okuyarak veya yaşayarak…
Geçenlerde bir kadim dostumla sohbet ediyoruz Elhan Sezen’le… Elhan Bey sanatını edeb ile icra edenlerden gün görmüş biri..
Laf lafı açtı; insanoğlu, maddi şeyleri bir biri ile denklemeye çalışır… Meyve sebze zerzevat alırsınız tazesini  hem de ucuzunu ararsınız. Diğer örnekleri sıralamaya gerek yok.
Ancak maddi denkleştirmeye uymayan şeyler de vardır,  mesela: Lezzet, ağız tadı…
Mükellef sofra kurulur önünüze ama burun kıvırır insan; iştahım yok… Ya da yersiniz yersiniz ki buna tıkınmak derler üstelik:
-Amaaaan bu yiyeceklerin hiç mi lezzeti kalmadı, nerede o bizim zamanımızda ki şunlar bunlar” der yiyeceklere lezzetine kusur bulursunuz. Aslında özlediğiniz gençliğinizdir.
Sohbet, kazanmaya; günlük, aylık, yıllık iaşenin kazanılmasına gelince;
-Abi  Allah bereketini versin… Eğer ele giren para da bereket olmadı mı ne kadar kazandığının hiç mi hiç önemi yok. Yoksa “yola yoğurt çal.”
İnsan şok oluyor böyle bir deyim; Türk dilimizin az sözle çok mana ifade edildiği deyimlerinden.
Nasrettin merhum göle yoğurt çaldı da ila yevmi kıyame milletin dilinde. Bir de “yola yoğurt çal” deyince artık bu ele geçen paranın heba olup bir insana fayda getirmeyeceğinin ifadesi oluyor.

 Evet her şeyi parayla alıyorsun da; bereketi, lezzeti, sadakati, dostluğu parayla satın alamıyorsun vesselam.

5 Ocak 2018 Cuma

ARİF NİHAT ASYA

ARİF NİHAT ASYA…
O bir edebiyatçı değil, edip’ti… Edebiyat için: aklın, ruha hizmetidir, dersek yanılmış olmayız. onun da aklı ruhuna hizmet etti.  5 ocak vefat günü… daha doğrusu artık kalplerde yaşamaya başlama günü. rahmetle anarım…
bu düz yazısı da aynı duyguyla içimizi burkmaya devam ediyor.   
CAHİDE'NİN ELİ…
ARIF NIHAT ASYA
«Bingöl'ün Hepsor köyünde geceleyin bir evden, sussun diye dışarıya attıkları
beş ya­şındaki Cahide'yi almaya gidince bulamadı­lar. Sabaha kadar aradılar..
Sabahleyin uzak­larda bir el bulundu.» G a z e t e l e r

Sokaklarında kurtlar gezen köy...
Karanlıklarında neon ışıkları değil, kurt gözleri parlayan gece ve kurtlar sofrasında tadımlık bir çocuk: beş yaşındaki Cahide... Böyle bir sofradan artakalan minimini bir el; Cahide'nin eli.
Nerdeyiz: yaban ormanlarında mı. «burda insan eti koku­yor» sesiyle ürperdiğimiz dev masallarında mı. Roma sirklerin­de mi? 
Ağlamak kâr etmez: dövünmek, yolunmak kâr etmez. 
Yazık ki şu memlekette kurtlara can vergisi verilmeden yaşanmayan yerler var! 
Bu sefer kura Cahide'ye düştüyse kabahat kimin? Adı "Cahide» diye Ayşe'nin, Fatma'nın, Zeyneb'inkinden ayrı bir kaderi olacak değil ya...
 Yakınlarda yola çıkan biz, ancak, yarı yoldayız. Erken çık­saydık ve ayağımıza çelme takılmasaydı birkaç adım daha iler­leyebilecektik. 
Hepsor'a vaktinde varsak bu böyle olmazdı... Gelmemizi beklemeliydin Cahide!
Seni canavarların ağzına uzatanlar, sensizliğin ne demek olduğunu henüz bilmiyorlardı... Bunu şimdi anladılar, Cahide... 
Sen de şu dünyada izinle ağlanıp emirle susulduğunu bil­miyordun!
 Eldivenini unutur gibi elini unutmuşsun, sakladık... Gel, al da öyle git Cahide!... Ama lüzumu kalmadıktan sonra eli ne yapacaksın!
Yalnız kuzuların değil, kızların da kurtlar için büyütüldüğü köylerimiz var... İftihar edebiliriz.
 Eskiler Nil'e kurban atarlarmış.. biz yirminci asırda kurtla­ra kurban atıyoruz... Giden sen değilsin; gönderen biziz Cahi­de!

 Beş baharın birikmiş tadı, kokusu, tazeliğiydin ve kurtlar için değildin... Ama kurtlara gittin. Gördüğümüz allar, duvağı­nın alı değil. Cahide!

 Kim bilir, ne derdin vardı... belki bir damlacık ilâç, bir gü­ler yüz. küçücük bir oyuncak, tatlı bir masal seni susturmaya yeterdi. Bunları getiremediğim için senden utanıyorum Cahide!

 Seni kurtlar değil, bilgisizlik, görgüsüzlük yedi, ona yana­rım!

 Naraların, yaygaraların, tehditlerin iniltilerle feryatları, şi­kâyetlerle çığlıkları boğduğu bir dünyanın çocuğusun. Senin ağlaman mı bize çok geldi?

 Gürültüler içinde ağlayanlar korosuna katılmış bir çocuk sesinin, kimse farkında olmazdı, eksildiğinin, farkında olmadı­ğı gibi!

 Gittin ve elini gecelerimizin kâbusu olsun diye bıraktın, bize bu ceza azdır Cahide!
  
 Şunun şurasında nelere tahammül ettik de bir çocuk ağ­lamasına tahammül edemedik... 
Seni sokağa atan baban değildir, biziz, Cahide... Sana kurtlar kıymadı, biz kıydık yavrum! 
Ne manalı tesadüftür: acı haberinin memlekete yayılması. Milli Eğitim  Şûrası'nın nutuklarla açıldığı güne rastladı.
  Boşlukta veda işareti halinde sallanan elini ya gördüler, ya görmediler, görenler kim bilir ne sandı!

 Vaktiyle bu elin de bir sahibi vardı ve adı Cahide'ydi.. mu­hitini bulursa büyüyecek, okuyacak, gelişecekti... Anasının Cahide'siyken yavuklusunun Cahide'si olacaktı.

«Cahidem!» diye seslenildiğini duyduğu zaman, dudaklarında gönlü cevap vere­cekti.
 Evet, büyüyecektin, serpilecektin, taranıp süslenecek, gi­yinip kuşanacaktın. Telin olacaktı, duvağın olacaktı, saadetin olacaktı. 
Bilgiyi, görgüyü senin evine kadar götüremedim kızım. Bilgisizlikten, karanlıktan, kurttan korktum, köyüne «Mahru­miyet Bölgesi» diye ad taktım, gitmeye nazlandım, gitmemek için bahaneler buldum, senden kaçtım... Beni affet Cahide! 
Gönderenler de, benim kaderimi seninkiyle birleştirirler­ken kendi kaderlerini bizden ayırıyorlardı.

 Sen tek örnek değilsin.

 Ağlamanın cezası kurtlara atılmak olan bir memlekette öğretmenliğimden utanç duyup ellerimi yüzüme kapadım. 
Bana istersen, kurt gözlerinden, kin olup bak... Fakat böyle bedbaht çocukların bakışıyla acı acı, acıklı acıklı bakma Cahide! 
Eskiler, keyifleri için, esirleri, köleleri, suçluları günlerce aç bırakılmış yırtıcıların önüne atarlar, seyrine bakarlardı. 
Ardında saadetinden utanç duyanlar bıraktın. 
Körpeliğinin, yumuşaklığının, sıcaklığının tadını hayatının en güzel akşamlarına saklayacaktın... Kurtlar yağmaladı.
Kurtların kazancı bir kahvaltılık çocuk, bizim kaybımız?... Onu sorma! 
Seni sussun diye kapıya attık ve dediğimiz oldu! İşte sus­tun... 
Biz de seni kurtlara atıp akıbetinin seyircisi kaldık, onlar­dan ne farkımız var Cahide?.. Suçun doğmuş olmaktı.
 Arkandaki beş baharı derleyip toplayıp götürdüm, bize bir el kaldı... Köyünde sahibini ilelebet arayacak bu el, şahadet parmağıyla bir yeri mi, bir şeyi mi. bir kimseyi mi gösteriyor? Yoksa gösterdiği ben miyim?
 Masalların Kesikbaş'ı yerine Cahide'nin kesik eli!...
 Senin minimini elinden yediğim tokadın acısını yüzümde kıyamete kadar duyacağım. 
Bu küçücük eli koynumda ısıtır, öpe koklaya sana yalvarı­rım: babanı affet, suç onun değil...
 Bingöl'ün Hepsor köyünde bir babayla bir ana birbirlerinin yüzüne bakamayarak ağlaşırken buralarda elin bizim rüyaları­mıza girecek, gelip ihmalimizin boğazına sarılacak korkusuyla Susuzuz.

 Şayet bizden merhamet, şefkat, alâka bekliyorsan avucun daha çok zaman açık kalacak Cahide.
 Güneşin girmediği yere hastalık girermiş... Bu da bir şey mi? Medeniyetin girmediği yere kurtlar giriyorDuvarların arkasına kapansam da, kulaklarımı tıkasam da. Ömrümce, katıla katıla ağlayan bir çocuk sesi duyacağım.

 Perdelerimi indirsem de, gözlerimi yumsam da kâh kurtla­rın ağzında bir çocuk, kâh bileğinden kanlar sızan sahipsiz bir el göreceğim Cahide.

 Dertlerini bilemedim... seni ısıtamadım... acını dindiremedim, kurtlara gittin, kurtların ağzından alamadım.

 Çocukları dertlerin ağlattığı, kurtların susturduğu bir yer­de biz Cahide'yle değil, pedagoji nazariyeleri yapmakla, peda­goji kitapları yazmakla meşgulüz... Elin bizi tebrik etsin! 
Elini varlığından bir parça olarak armağan bıraktın... Bize o da çok Cahide... sana da, hediyene de lâyık değiliz yavrum. 
Ağladığımıza bakma ki biz böyleyiz: Bir yandan kurt olur, Cahide'yi kaparız, bir yandan Cahide oluruz, kurtlar yer bizi...

11 Şubat 1962