24 Eylül 2018 Pazartesi

UYKU...




UYKU… UYANMAK… UYANDIRMAK… UYANDIRILMAK…
Her canlı mutlaka uyur; C. Hak’tan başka… Ama yatarak ama sütçü beygirleri gibi ayakta…  C. Hakk, ne uyur ne de uyuklar; Bakara suresinde Ayet el-Kürsi dediğimiz ayette bu var. İnanırsın inanmazsın o başka…
Uyku, sağlıklı bir organizmanın işlevlerinin en doruk anıdır; sağlığınız ilk evvel uykudan başlar bozulmaya…Biz, uyku ile; hem dinleniriz, hem organizmanın eksik gediği tamir ederiz,  hem de geçici hafızamızdaki işe yaramayan şeyleri temizler kalması gerekenleri de hafıza depomuza göndeririz …
-Mirim tabiî ki önemliler ve öncelikliler sınıflaması yaparak…
-Evet aynen öyle. Sağlıklı organizma dinlenmesini ve uykudaki işlevlerini bitirince kendiliğinden uyanır. Şöööööyle, kedi gibi bir gerinirsin; aman da sabahlar ne çabuk oluyor ama yine de dinlenmişim, der eh aklın eserse de Rabbine şükredersin. İstese seni uyandırmaya da bilirdi. Ayetle sabit.Zümer: 42…
Sıra geldi UYANDIRMAK…
İnsanları gerek gerçek uykularından gerek gaflet /zihinsel durağanlık ve uykudan uyandırmak biraz farklılık gösterir…
Gerçek uykudan uyandırılmaya bana göre en güzel örnek: CHURCHILL’dir. Hazret, mutlaka öğle uykusuna yatarmış.
-Mirim aslında sünnet. Öğle uykusu.
-Evet. Sanırım o sünnet olduğu için değil Efendimizin -önerdiği- böyle bir davranışın insan organizmasına gerekli olduğunu işaret ettiği için uyuyordur. Malum “Koruyucu Hekimlik”te Efendimiz(a.s)ın bir sürü önerisi var.  Yine böyle bir gün kapısı özel sekreteri tarafında tıklatılır ve sekreter elindeki telgrafı başbakana uzatır. Yüzü buruş kırış olur. Tüm suratsızlığına bürünüp:
-Beni bunun için mi uyandırdınız?
Halbuki alınan istihbarata göre Almanlar, Londra’yı yarım saat sonra bombalamaya başlayacaklardır.
Bu gerçek uyandırılma. Bir de gafletten uyandırma var ki; ahanda o iş biraz zoooor. Hem uyandıracak kişi için hem de uyandırılacak gönüller/beyinler/akıllar için.
-Yahu Mirim ne işin var Allah aşkına bırak yahu. Herkes uykusunda mışıl mışıl uyusun sana mı kalmış. Belki adam üstüne üstlük mutlu mesut rüyalar bile görüyor olabilir. Hem nereden çıktı bu uyku konusu?
-Kahya Efendi bazı gönül dostlarımız bir fotoğraf yayımlamışlar. Hollanda Prensesi Mary’nin çocuklarını bisikletle  okula götürdüğü ile alakalı. Sanırım bu tevazulu davranışla bizim şatafata düşkün devlet adamlarını veya zenginlerimizi eleştiri olsun, diye…Tabi yanılmış da olabilirim.
Ben de “bu fotoğraf bana göre geyik muhabbeti” yorumunda bulundum. Zira batı siyasetçisi ara sıra böyle şirinlikler yapar. Fotoğraf olarak servis de ederler; protokol dairesi tarafından. Onların onayı olmadan ne bir yazı yazabilirsiniz ne de bir fotoğraf koyabilirisiniz. En canlı örneği de Bill Clinton’un Türkiye ziyaretindeki çocuk kucaklayıp sevmesi, o ufaklığın onun burnunu sıkması; ne hikmetse bizim siyasilere bile örnek oldu… O tarihten buyana da bizim siyasiler gösteri olsun diye çocuk sevmeye başladılar…
-Mirim o iş göstermelik değil de gerçek duygu olsaydı o dört yaşındaki sahile vurmuş yüz üstü ölüsü yatan ACLAN bebek yüreklerini sızlatırdı.
-Neyse Kahya Efendi burnumun direği sızlıyor zaten; fazla söze gerek yok. Şu fotoğrafı servis edelim de kararı herkes kendisi versin en iyisi o…DOSTLARA DA SELAM SEVGİLERİMİ GÖNDEREYİM…

22 Eylül 2018 Cumartesi

YILIN FOTOĞRAFI ÜZERİNE...




YILIN FOTOĞRAFI ÜZERİNE…
-Sevgilim sana bir fotoğraf gönderdim. Yılın fotoğrafı seçilmiş. Açıklama da; su kaynağına giderken halsiz düşmüş bir aslan yavrusunu fil taşıyor; aslanın anası da yanında yürüyor…
-Tamam hemen bakarım.

Kimin çektiği, kimin birinci seçtiğini bir yana bırakırsak; herkese saygım büyük. Zira C. Hakk’ın  en güzel ifade edildiği bir sahne… Bu sahneyi kurgulasanız yapamazsınız zira bu hayvanlar evcil değil.
-Mirim evcil dedin de; hayvanları sınıflamışlar: Evcil hayvanlar, vahşi hayvanlar. Evciller: Aslan , kaplan fil. Vahşiler; tavuk, horoz, kaz, ördek…
-Kahya Efendi her halde bu sınıflamayı karınca yapmıştır.
-Evet öyle.
-Demek ki sınıflamalar ölçütlere göre değişiyor. Neyse… Okuduğunuz yazıda maksadınız doğru ise pek fazla hareket ve karar gücünüz olmaz. Oysa fotoğraflar öyle değildir. Bildiğiniz kadarıyla çeşitli yorumlarda bulunabilirsiniz… İşte bu fotoğrafa karesi de bu kabilden çeşitli yorumlara açıktır.
Bu kare alışılmışın dışında görüntüler taşıyor. Can düşmanı olanlar vakti geldiğinde dostluk ellerini uzatıveriyorlar. Hayatın akışının tersi bile olabiliyor. Mesela: Eniklerini emziren anne kedi, memesine yapışan fare yavrusunu da emziriyor. Bu fotoyu da görmüştük.
-Mirim konunun C. Hakk’la ilgisi?
-Kahya Efendi  varlıklar kabaca ikiye ayrılırlar. Bir: Şuur sahibi üst aklı olanlar yani insanlar. İki: Şuur sahibi olmayanlar; bitkiler, hayvanlar, dağlar taşlar… Şuur sahibi olanlar tercihli varlıklardır. Davranışlarını seçebilirler. Hayvanlar şuur sahibi olmadıkları için C. Hakka doğrudan ve mota mot bağlıdırlar.
Dünyada da oluşan her hareketin art/ana planında C. Hakk vardır.  İşte standart dışı oluşumlar insanın “Hımmmmm bu maddi manevi aleme bir müdahale eden var. O da C. Hakk’tır” deme imkanı sağlar. Zira bu varlıklar C. Hakka doğrudan bağlıdırlar. Hiç ihtimal vermeyeceğin şeyleri yapabilirler. Bu bize determinizmin/sebep sonuç ilişkisinin zorunlu olmadığını gösterir…  Şayet zorunludur dersek C. Hakkın “TEKVİN” sıfatına müdahale etmiş oluruz ki; bu Rabbaniyetine uygun düşmez.
-Mirim Güneş gezegenimizdeki 11 gezenin 10 tanesi saat yönünde dönerken Venüs’ün saat yönünün tersine dönmesi de mi aynı izahata giriyor.
-Evet sevgili Kahya evet … Orada da C. Hakk’ın tam müdahalesi var. Bu fotoğraftaki müdahalesi gibi. İşte halsiz aslan yavrusunu file taşıtır mı taşıtır…   Ben bu fotoğraftan bunu anladım; safaricilerle, doğa tutkunları ne anlarlar bilemem…

21 Eylül 2018 Cuma

DÜNYA SEVGİSİ...


DÜNYA SEVGİSİ…
Kalbinde dünya sevgisi olmayan kişi olamaz; sadece dozu tartışmalıdır.
Bazıları, dünyayı ahiretin tarlası olduğu için sever. Bazıları hedonisttir dünyevi hazların peşindedir onun için sever. Bazılarının dünyalığı denktir düğünde gülmeyip cenazede ağlayamasa bile rahvan giden  o tipler de dünyayı severler.
-Mirim belki de Efendimizin “Hubbül vatan minel iman/  Vatan sevgisi imandan kaynaklanır” hadisi Şerifinin bir yansıması olmaya?
-Kahya Efendi, “vatanı arazi parçası  görmek” gafletinde olma seküler yapı gibi… İslam’ın ve Efendimizin vatan anlayışını iyi incelemek gerekir… Zira İslamın vatandan anladığı fiziksel coğrafyası değil; İslami adap ve edeple yaşayabildiğin, hür olduğun, davranışlarını özgür iradenle seçtiğin yerdir vatan. İslamı ivazsız garazsız yaşamaya çalıştığın yerdir vatan.   
-Mirim bu yargıya nereden vardın? Dünya Sevgisi; az ya da çok, herkesin kalbinde vardır, diye…
-İnsan şuurla kelimeleri seçerek konuşur da- o zaman ne olduğunu anlamaya bilirsin- ama öfke veya sevinç anında hislerini kontrol edemediği bir anda  ya da rüyasında şuuraltında söylediği sözler o insanın tamı tamına karakterini gösterir.
-Evet Mirim bir insanın değerini –bazıları- sevinçli iken mutlu iken övgü kelimeleri ile kızdığında nefret ettiğinde yergi kelimelerinden ölçerlermiş. Ancak rüyayı duymamıştım. En nihayet rüya; aslı yok astarı yok, derler ya.
-Kahya Efendi mesele başka. Bugün Cuma Namazını Sultan Ahmet’te kılmak nasip oldu; kadim dostum ahretliğim Elhan Sezen’le. Namaz sonrası Mustafa Haşimoğlu Beyle  yeni dost edinip gönlümün kaynaştığı Şerif Ali Bey hemşerimizle buluşmak da nasip oldu. O bakımdan nasipli günümdü. Ezana yarım saat kala yerimizi aldık. Vaiz Efendi çok akıcı bir dille hamasetten fazla temel bilgilere dayalı hikayecilikten uzak vaazını yaptı. Hatta bir ara bir rüyasını anlattı…
Rüyaya başlarken –Allah var- “Haydi bakalım hayırlısı”dedim. İnşallah  bazı günümüz  şeyhleri gibi “Rasulüllah Efendimiz bizim eve teşrif etti; bana lütfu inayetlerde bulundular” vâri olmaz inşallah, dedim.
Vaiz Efendinin rüyası şu: Rüyasında hatiften sanırım bir ses “Bugünkü kahvaltı, senin son kahvaltın olacak” der. Hocamız da: “ Yani ben yarın bu güzel şeylerle kahvaltı yapamayacak mıyım?.. Çoluk çocuk birlikte olamayacak mıyım?,” deyip hayıflanmış/korkmuş… Hemen peşi sıra da uyanmış.
-Mirim mesele burada yatıyor işte. Şimdi anladım; rüyada konuştuğun şeyler şuuraltının yansıması Hocamızda da gizli bir dünya muhabbeti var. “Ben yani yarın bu güzel kahvaltıyı çoluk çocuk yapamayacak mıyım? Bu güzel şeyleri bir daha yiyemeyecek miyim? İbareleri Hocamızın kalbinde “Dünya Muhabbetinin” sıfırlanmadığının bir göstergesi… Halbuki ahrete göçecek ve ömrünü cenneti anlatıp herkese model olmaya çalışan bir kişinin bir kahvaltıya bu kadar paye biçmesi pek doğru olmasa gerektir. Halbuki Yunus’un tavrı ne: “Ballar balını buldum Kovanım yağma olsun.” Hocamız: “Ben Rabbimden davet aldım. Gerçek sevgiye gerçek sevgiliye göçüyorum ne işim olur kahvaltıyla” demesi biraz daha uygun kaçardı sanırım…
-Evet Kahya Efendi haklısın… Rüyaları bir fırsat bilip eksik gediğimizi tamamlamanın yoluna bakmak gerekiyor demek ki…

20 Eylül 2018 Perşembe

AİRPORT...


AİRPORT…
Nefsine söz geçiren, herkese söz geçirebilir, diye bir anlayış vardır… Bana sorarsanız: “Bir üçgenin iki kenar uzunluğunun toplamı üçüncü kenardan daha uzundur,” kadar da doğrudur.
Geçenlerde yine bir şafak vakti AİRPORT programını izliyorum. Güntay ŞİMŞEK’in sunduğu. Başka dünyalara kapı açıp, başka kültürleri tanıttığı, farklı bilgiler devşirdiği için hoşuma gider. Sanırım 16 Eylül. Bir konuğu var: Dr.Serdar SAVAŞ…
Serdar Bey Genetik Konularda yoğunlaşmış; çok farklı bilgiler verdi. Hemen kısaca özet:
Bir: İnsanlar uçak seyahatinde  daha çok radyasyon alırlar…
İki: Bu nedenle de  DNA kırıkları meydana gelme riski artar.
Üç: kırık meydana gelmişse de tedavi süreci uzayabilir.
O nedenle; Pilotlar, kabin görevlileri dikkat etmeliler. Tabi bir de sıkça seyahat etmek zorunda kalanlar.
Program sonunda da konu: “Gittiğiniz Ülkede Nasıl Beslenmeliyiz?”  Güntay Bey’in sorusunun girizgahı:
Dr. Serdar: “Güntay Bey bu sorunun cevabı; Dr Serdar olarak sorarsan farklı, kişi Serdar olarak sorarsan farklıdır.  Dr. Serdar’a göre: Gittiğiniz ülkede et cinsi şeylerden uzak durun metabolizmanız yorulmasın bozulması. Hiçbir şey olmasanız dahi ishal olursunuz.  Sebze meyve türü şeyleri tercih edin.  Ama bana sorarsanız ben Adanalıyım yeme içmeyi çok severim hemen dalarım etli butlu şeylere tabi sonuç malum; yurt dışından hep hasta ve sıkıntılı gelirim.”
Program sonundaki bu cevap ve yaklaşım  beni şok etti. Onca teknik bilgiden sonra böyle kendine yenik düşmeyi anlamaya çalıştım  Hafızam şu ayete bağladı…Nahl Suresi Ayet 92: “Bir toplum (ümmet), başka toplumdan üstün diye, yeminlerinizi bozulabilir sayıp “ipliğini sağlam eğirdikten sonra çözüp bozan kadın” gibi olmayın. Allah bu şekilde sizi sınar. Kıyamet  günü, aranızda anlaşmazlığa düştüğünüz konuları size elbette bildirecektir.
Dr. Serdar Beyin iş buna benzedi…
-Mirim bu ayetin anısı ne ola ki? C. Hak örneklediğine göre.
- Mekke’de yaşayan bir kadın vardır... Adı:  Saide...  Eset kabilesinden... Bu kadın psikopat bir tip; takıntılı... Bu kadın, öğleye kadar iplik büker, öğleden sonra da takıntılarının esiri olur bükmüş olduğu ipi çözer atar, dağıtırdı.
K.Kerim toplumdaki bir kişiyi kişilikleri bazen modelleyerek bize davranış kazandırır...
-Mirim yani Serdar Bey herkese anlatıyor da nefsine anlatamıyor mu? İmamı Azam olayı ile ölçersek tesiri olmaza geliyor. Malum: Kadının biri İmamı Azama gelir ve her ne sebepse çocuğunun bal yememesini istemesine rağmen sözünü geçiremediğini bu nedenle çocuğu ikna etmesini rica eder… O da “Kırk gün sonra geliniz şimdi uygun değilim,”der.
Kırk gün sonra geldiklerinde çocuğun başını sıvazlar ve “Haydi evladın göreyim seni bundan sonra ailenden bal isteme ve sen de yeme!” Nasihat bu kadar. Aile hödük: “Ya İmam bizi kırk gün bunun için mi beklettin?” Cevap enteresan:
-Ben daha o gün az evvel bal yemiştim. Sözüm tesir etmezdi. Kırk gündür bal yemeyi bıraktım ki; sözüm tesir etsin. Bi iznillah çocuğunuz bal talep etmeyecek ve yemeyecektir.”
Mirim bu ayet bir de Batılı hatta Uzak Batılı DOSTLARIMIZI(!) da kapsıyor bana göre…Onlar da verdikleri sözü tutmuyorlar…Akit ve ahitlerini bozuveriyorlar güçlerine güvenip…
-Sevgili Kahyam konu anlaşılmıştır. Lafın tamamı aptala söylenirmiş; herkes ne diyeceğimi gayet iyi bilir: Cümlemizin cümlenizin CUMASI HAYROLSUN…  

13 Eylül 2018 Perşembe

ARIYI İĞDİŞ ETMEK...


ARIYI İĞDİŞ ETMEK…
Pes doğrusu…
Bunu da yaptıklarını bilmiyordum…
Haydi anladık; harem ağalarını iğdiş et. Haremine göz dikmesinler, diye. Ne kadar çağ dışılık desek de çocuk istismarcılarına “kimyasal iğdişlik”  işin günceli…
Haydi anladık güçlü kuvvetli tosunları iğdiş edersin ve artık adı ÖKÜZ olur… Çalışmaktan başka bir şeyle uğraşmasın diye…
Ey ahali bu arıyı iğdiş etmek kimin aklına gelir?..
Halbuki bitkiler ve hayvanlar alemi kendi neslini soyunu devam ettirmek üzere kurguludur.
-Mirim senin hibrit denilen üreme özelliği iğdiş edilmiş bitkilerden; domatesten, salatalıktan, biberden zerzevattan haberin yok sanırım.  Hele uçar cinsi de katarsan tavuklar hindiler falan da hibrit iğdiş sülalesinden oldu çıktı.
-Tabi tabi… Bir de üstelik GDO’yu da ekle ortalık toz duman…
-Mirim bu arı meselesi?
-Pendik’de yerini tarif edemem –sanırım- yarı olimpik yüzme havuzlu, saunalı, buhar odalı bir Türk hamamı var. Önünden gelir geçerim. Kapısında da mübalağa olmasın bir metreyi aşkın bir “besmele” var. “Selam ve Besmele” malum İslam’ın sembollerinden. Mesaj belli:  Biz İslamî adab ve ahlaka uygun hizmet veriyoruz.  Sakın yanlış talepler düşünceler olmasın, demek.
Bir gün ziyaret ettik. Nefeslenmek üzere molada bir arkadaşın saunaya girmesi ile çıkması bir oldu.
-İçerisi çok mu sıkıcı? Dedim. “Yok süreyi tamamladım benim kalpte stent takılı… Bana sauna, belli disiplinle iyi geliyor.” Deyince, işi muhabbeti koyulttuk. Bal sattığını öğrendik… “Kendi balın mı?” “Hayır.” “Toplama mı?” “ Hayır.” “O nasıl olacak o zaman?..”
-Biraderin ballarını satarım. Doğal… Dost olma şartıyla garantili.
-Mirim bir kere alırsanız müşterisiniz. İkinciyi alırsanız o müesseseye güven tam demektir. Zira hadis ne: “Bir Müslüman bir delikten bir sefer geçer.” Senin balcı seni dost kılacak şeyi bulmuş. Kaliteli mal samimi arkadaşlık.  
-Evet… Sohbet ederken o anlattı arıların iğdiş edildiğini. “Neden dedim?”
-Benim biraderin elli kadar kovanı var. Oğul vermeye devam ederse bu seneye 100 olur. Gelecek sene de 200 olur. Bunun hakkından gelemezsin. Ne kovan yeter ona ne de hizmet…
Bana göre mesele anlaşıldı… Arının kendisini üretme ve artırma yerine iğdiş et; az üret ve pahalı sat.     
K.Kerim ayetlerinin bazıları kevni’dir. Yani yaratılışla alakalıdır. Yaratılmışlara dikkat çeker izahata kalkışmaz.  Arı ve bal konusu da K.Kerim’in işaret edip dikkat çektiği konulardandır. Nahl Suresi…
-Mirim desene insanoğlu bu konuda da fesadı kendi eliyle yapmakta…
-Evet yine K.Kerim’in dikkat çektiği gibi: Rum Suresi Ayet 41: “İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu; böylece Allah -dönüş yapsınlar diye- işlediklerinin bir kısmını onlara tattırıyor.” Düzeni maalesef bozan bizleriz kör nefsinize uyarak… Yine de ümit varız CUMANIZ MÜBAREK OLSUN…

11 Eylül 2018 Salı

ADALET VE HUKUK ÖNEMLİ...


ADALET VE HUKUK ÖNEMLİ…
Bizde bir konu; birilerince anlatılınca, birilerince yazılınca ve birileri konusunda varsa kıymet ifade eder. Hatta konunun değerinin önüne bile geçilebilir.
Peşinen “Haklarını hakkıyla teslim ederim.” Kısa yazıma öyle başlayayım da sonunda hakkımda yanlış düşünce üretilmesin…
Pazar günü  Hıncal Uluç “Günün İçinden” sayfasında Adli Yıl açılışı ile ilgili bir yazı döşenmiş.
Sanatçı Sunay Akın, bir anı yad etmiş: Sans-Souci Sarayının anısını…
Almanya kralı 2. Frederick -1750 yılında-Berlin civarında kır gezintisi yaparken bir yel değirmeni görür eski püskü bir şeydir. Görevlilere: “Burayı satın alın ve bana yazlık bir saray yapın,” der.
Değirmenci inat eder değirmeni satmaz. Değirmenci “Sen kralsın, paran çok, git başka yerde yap sarayını” deyince Kral Kraliyet gücünü ortaya koyar.
O zaman Değirmenci, “ Sen kralsın ama Berlin’de de hakimler var.” Der ve Alman hukuk sistemini  bir satırda anlatıverir…
Saray da fonunda bu değirmen olarak yapılır ve Alman Hukuk sistemi adeta abideleştirilir…
Cumhuriyetimizin banisi Atatürk -daha henüz Mustafa Kemal  iken- Almanya seyahatinde bu konuya önem verir ve bu sarayı ziyaret eder. Buradan esinlenerek de “Adalet mülkün temelidir.”  Sözünü serdediverir ve Mahkeme salonlarına bu söz fon olarak yazılır.
Sunay Akın, bu anıyı anlatınca salondakiler ayakta alkışlar. Hıncal Uluç da konuyu köşesine yazıverir…
Birden kendi tarihimizi zihnimde yokladım. Hem Yıldırım Bayezit’te hem de Fatih Sultan Mehmet’te örnekler var. Acaba -Sunay Akın- birileri bu iki örnekten birisini anlatsaydı aynı alkışı alır mı idi?
-Mirim birisini anlat da alkışlanacak mı yoksa gümbürtüye mi gidecek gör? Boşuna vehim etme.
- Tamam. Osmanlı Devletini kuran Osman Gazi 1326 yılında vefat eder. Oğlu Orhan Gazi 1326’da padişah olur ve o yıl Bursa’yı fethetmek ona nasip olur. Orhan Gazi, fütuhata devam eder ve Bizans kraliyet ordusunu  Palekanon Savaşı(1329) ile yener… İçinde yaşadığımız SULTANBEYLİ İlçesi yöresi ve  AYDOS Kalesi dahil bir hayli Bizans toprağı Osmanlıya geçer; Bizans  kendi kabuğuna doğru çekilmeye başlar. Hatta İstanbul’un fetih programının başlangıcını bu bölgenin alınmasına kadar götürenler olur.
Orhan Gazi vefatı(1360) sonrası oğlu 1. Murat padişah olur ve KOSOVA’da şahadeti (1389)neticesinde de 1. Bayezit (Yıldırım) Padişah olur.    
Balkanlarda genişleme devam ederken Asya’nın ortasından başlayan İpek Yolu ticaretinin son halkasını canlandırmak için Bursa’da bir kompleks düşünülür; hanlar, hamamlar, ticaret yerleri ve cami.
Şimdiki Koza Han ve Bursa Ulu Camisinin(1399) yeri istimlak edilirken gayri Müslim bir kişinin küçücük bir arsası da komplekse katılması esnasında bir rızasızlık ortaya çıkar ve inadım inat olay çözülemez.
İşte o zaman örfe hak hukuka İslam’a dayalı Osmanlı hukuku devreye girer ve dindar inat gayri Müslime söz verilir: “Senin arsanı camiye katmayacağız” diye. Bu alan Bursa Ulu Camisinde şadırvan olarak bırakılır. El an da hala şadırvan olarak kullanılmaktadır…
-Mirim -eğer hukuka saygılı isen- koca Bursa’yı alırsın da işte o küçücük avuç içi kadar yeri alamazsın. İki olayın benzer tarafları demeyeyim ana konu aynı.  Ama rivayetçileri, anlatan ve yazan o kıymette değil. Hele bir de işin için de büyük Ata’mız olmayınca konunun pek kıymeti harbiyesi olacağını umma.      
-Haklısın sevgili Kahyam haklısın. Rüzgar batıdan eserse uçurtma öyle yükseliyor.

9 Eylül 2018 Pazar

ÇOCUĞUN EĞİTİMİ...


O % 1 ÇOK ÖNEMLİ…
Bir bütün, çeşitli faktörlerden oluşuyorsa her faktörün %’lik dilimi farklı olabilir… Mesela: Çocuğun eğitimi ve yetiştirilmesi bir bütünse onun da faktörleri genel kabule göre üç tanedir; Okul, Aile ve Çevre… Bunlar, çocuğun yetişmesindeki en önemli üç faktördür.
Bir bütünü de 100 üzerinden değerlendirirsek okul, aile ve çevrenin hisseleri %33 olmalıdır. Bu üç faktör, hisseleri açısından bir birini ağdırmamalıdır.

-Mirim tamam da %99 eder. O %1lik fazlalık ne olacak? Hem bu yazı nereden çıktı?
-Kahya Efendi yeni çiçeği burnunda demeyelim işinde bir hayli mesafe almış sayın Milli Eğitim Bakanımız ağzı laf yapan eli kalem tutanları toplamış ve “ ARTIK BULALIM sloganı ile acaba milli eğitim sistemimizde neler yapmalıyız? Neleri yapamıyoruz?” diyerek çalışma başlatmış… Konu bu…

Ben de eski bir milli eğitimci olarak çoluk çocuk sahibi bir baba olarak aklımın erdiklerini yazıvereyim dedim… Bir ömür neticesinde ben şu neticeye erdim.
Şayet çocuğunuzun yetişmesinde Milli Eğitim Sistemimizin hissesini – dengeleri bozup- artırırsanız çocuğunuz; seküler tarzda, laik, bütün dinlere eşit yakınlıkta değil eşit uzaklıkta bir karaktere sahip kılarsınız.  Zira bizim eğitim sistemimizde ahlak dinin değil aklın emrindedir. Günümüz akıl sistemimiz de kolay kolay ilahiyat torbasına girmemekte vahye dayalı sisteme soğuk bakmaktadır…

-Mirim neden böyle?
-Neden olacak?  Vahye dayalı sistem insana sorumluluk yükler. “Durup dururken kendini bağlayıp bir sürü sorumluluğa girmenin ne anlamı var,” diye düşünülmekte… 

Şayet okul ve aileyi ihmal ederek çevre faktörünü abartırsanız yelpazesi geniş aşırı uçlara saplanabilen ailenin ve okulun çizgisinden aşmış bir tiple karşılaşabilirsiniz. Fetöcüsünden tutun da terör örgütleri ve madde bağımlıların kurbanı olursa da şaşmamak gerekir.

Gelelim üçüncü şıkka AİLE… Şayet çocuğunuzu diğer hisseleri ihmal ederek bizzat huzur ve mutluluğu başarıyı evinizde temin edebilirseniz hem dünyevi hem de uhrevi hayatı için neler lazımsa onları tedarik eder  ve değerler eğitimini de temin etmiş olursunuz… Yani maddi manevi sorumluluğunuzu yerine  getirmiş olursunuz. Onun için ne yapın yapın o %1lik dilimi okula ve çevreye kaptırmamaya bakın derim.   Ailenin, çocuk yetiştirilmesindeki hissesi en az bari %34 olmalıdır vesseelam.

6 Eylül 2018 Perşembe

TEŞBİH.



TEŞBİH…
Eskilerin tabiriyle, Teşbih; benzetme, dil terimi olarak Betim/betimleme…
Biz insanoğlu  kendimizle ilgili, hayvanlar alemine bir sürü benzetmelerde bulunuruz. Kah teşvik için kah takdir ve/veya tenkit için…
Genel de babalar oğullarını “aslan” benzetmesi ile severler; bazen de “koçum benim…”
Ayrıca  hayvanlar alemi ile ölçümlememiz yeni de değildir.
Batıda Ezop hikayeleri Doğuda Hint kökenli Kelile ve Dimne hatta Hz. Mevlana Mesnevi’sinde dahi bulabiliriz.
Yiğitliğin , başarının, düzenli tertemiz olmanın sembolü aslanla ifade edilir…
Nedense sadakat köpeklerle ölçülürken kedilere nankörlük kalmış gibi görünüyor.
Tehlikenin sembolü yılan, ya Hacı  Leylek’e ne demeli?
-Mirim ne diyeceğiz; yılan yedin çıyan yedin şimdi Hacı Leylek mi oldun, diyorlar,
-Kahya Efendi ön hayatında hoyratça yaşayıp da sonradan hidayeti yakalayanlara yakıştırırlar bu değerlendirmeyi... Halbuki ne günah edersen et, nasuh tevbe kapısının daima her an açık olduğunu ve C. Hakkın settarul uyup/ayıpları örten ayrıca da gafurur rahim/günahları affeden  olduğunu bile bile…
Densizce davrananlara “ayı” yakıştırması meşhurdur.  Hani ayının ayağına diken batmış. Bir türlü çıkaramaz ıstırap büyük. Oradan bir avcı geçer ve ayıya yardım eder… Ayı minnet altında kalmamak için avcı ile dost olur ve yağlar ballar türlü yiyecekler adamı ihya eder.  Tabi bunca yemeğin üzerine rehavet çöker ve uyur bizim avcı. Etrafta bal olur da sinek olmaz mı?  Ayı, avcı dostu rahat uyusun diye sinekleri kış kışlar. Bir kovalar iki kovalar; sinekler arsız… Ayı eline irice bir taş alır ve beklemeye başlar sinek tam avcının alnına konunca ayı taşı indirir ve avcının alnındaki sineği öldürür…
-Mirim samimiyet tamam da demek ki; salt samimiyet yetmiyor… Yardım usulünün de doğru olması gerekiyor. Bak ayı sineği öldürürken adamı da öldürdü. Densizliğin bu kadarı da fazla.
-Ayı işte ne bekliyorsun ki… Bir insana kötülük yapıp da “ah vah tüh yazık oldu” ayaklarına yatanları timsaha benzetmeleri “bak yine timsah gözyaşı döküyor “demeleri de çok şık oluyor. Zira timsah avını lüplettikten sonra hazma geçince gözyaşı dökermiş.Hele bir de avına güler eda ile pis pis sırıtması ile “sırtlan’a”söylenecek bir söz bulmak kolay değil.
Kurnazlığın sembolü tilki; kendi işini kendi gören kurdun da hakkını teslim edelim.
-Mirim nereden çıktı bu hayvanlar alemi yakıştırmaları?
-Sorma… Geçenlerde sahilde çoluk çocuk bir hayli çok. Herkes çocukluğunda eremediklerini kendi çocuğunda görmek istermiş ya… Adamın biri hevesli ve hırslı… Dört yaş kadar- didi bacaklı alaburus traşlı-oğlunu  deniz ortasında platforma çıkarmış kollarında yüzme kollukları.  Oğlunu cesaretlendirip denize atlama ve yüzme gayretine teşvik ediyor. Fiziksel veriler tamam… Tamam da çocuğun biraz ikna edilmesi gerek; çocuğu bir şeyle ikna edeceksin. O da “Bak Oğlum sen bir kurbağasın.  Haydi artık korkma suya atla ve yüz.” demez mi… Hepimizi bir gülme aldı…
-Mirim teşbih doğru da keşke her teşbih yerini bulsa maalesef bulmuyor… Son gün bile olsa HERKESİN MUBAREK  KURBAN BAYRAMI GÜNLERİNİN C.Hakka yakınlaşmaya vesile olmasını dilerim.

EŞEK VE SEMERİ.



EŞEK VE SEMERİ…
Atasözleri, her millete özgü kültürü, anlayışı yansıtır; bazıları lokal o millete has olsa dahi bir kısmı da ortak aklın yansımasıdır…
Bizim geçmişimizde de eşekle alakalı atasözleri ve deyimler hep dikkatimi çekmiştir.  “Eşek gibi inatçı” deyimin yanında, bir atasözümüz de “EŞEĞE SEMERİ YÜK GELMEZ.” dir.
Malum eşeğe ister kendiniz binin ister yük taşıtın mutlaka bir semeri olur. Eşek de o semeri öyle benimser ki; artık o semer onunla hayat arkadaşı olur ve ona yük gelmezmiş…
Ta ki yük gelene değin; eğer, eşek semerini yük saymaya başlarsa artık o eşekten hayır gelmez. Hemen yollarını ayıracaksın…
-Mirim bu benzetme ve kıyaslama bir yere varacak da haydi hayırlısı kabak bize patlamaz inşallah…
-Kahya Efendi işin icabatını yerine getirirsen kabak sana niye patlasın? Bak mesele şu:
İzmir Kütahya arası gündüz yolculuğu olabildiğince sıcak ve sıkıcı geçti… Herhalde biraz da halsizlik vardı. Uykuyla mücadele ederken Gediz ilçesinde bir paket ayçiçeği aldım ve uykuyu yorgunluğu hafiflettim. Tabi arabada olur olmaz el ermez göz görmez yerlere de çekirdek kabukları gitti. Üzerine de 350 km. İstanbul yolculuğu  bir de yaz tatil arabası derken bizim düldül soluğu temizlikçide aldı.
Ara yıkanır & CAR CARE ( malum ya ad daha havalı oluyor) sahibi beni gör kapı aldı. “Abim hoş geldin nerelerdesin? Anahtarı bırak, 3 saat sonra gel. İş tamam” deyip beni salavatladı.
Zamanında geri vardım. Baktım araba süpürülecek bekliyor. Hayrola dercesine bakarken bizim arkadaş başladı yakınmaya:
-Aman abim ne olmuş bu arabaya böyle? Her yer kuruyemiş kabuğu, falan… Bir sürü saydı… “Eğer böyle olduğunu bilseydim almazdım ben bu arabayı yıkamaya…”
-Mirim sen de ayıp etmişsin adama. İnsan arabayı temizler de öyle götürür yıkamacıya(!)
-Yahu Kahya Efendi  işin icabatı insana yük gelmeye başladı mı o işten de o adamdan da hayır gelmez. 
Bir ana/baba düşün evlatları onlara yük geliyor; o adamın babalığından/o kadının analığından hayır gelir mi?  Kapı kapı gezip çocuk aramamışsın C. Hakk sana evlat vermiş –emanet- sen ona gerekli ilgiyi göstermiyorsun… Olur mu?
Keza karı koca bir aile olmuşlar herkes üzerine düşeni yapmıyor. Olur mu?
Öğretmensin öğrencilerin cehaletinden yakınıyorsun. Olur mu?
Doktorsun hastadan şikayetçisin. Olur mu?
İmamsın vaizsin cemaatten şikayetçisin. Olur mu?
Devletsin vatandaşından bizarsın/yılgınsın. Olur mu?
Velhasılı herkes işinin icabatı/gereği ne ise onu yapmak durumunda; yoksa ne toplumsal barış, ne de başarı ve bereket hak getire…   

ÇAY MUHABBETİ...


ÇAY MUHABBETİ…
Orta yaş dostlarımızdan Op.Dr. Ahmet TÜRK’ün anılarında güzel bir anekdot var. Hoca’sı, bir gün sormuş.
-Evlatlarım sizce mutluluk nedir?
-Mirim  hepsi tıp öğrencisi düşünsene türlü türlü cevaplar çıkmıştır.
-Orada da öyle olmuş. Ama Hoca kendi fikrini şöyle açıklamış: Bence mutluluk iki şeyle olur. Birincisi, helal kazanacaksın.  İkincisi de sevdiklerinle eş dostlarınla kazancını yiyeceksin.
-Mirim dost dosttur. Bu “orta yaş” ne oluyor?..
-Kahya Efendi insan ömrünün her kademesinde dostları olur/olmalıdır. Eskilerine sahip çıkmalı yenilerini de kazanmalıdır.
İşte bu kabilden AĞAÇE’ler ailesiyle sabah kahvaltısında beraber olduk. Mahmut Bey Kimya Mühendisi, Nezihe Hanım Edebiyat öğretmeni, kızları Zelal Hanım ve torun Dârâ…
Ziyaretler, ikramın ötesinde sadece karın doyurmak değil; kültürünüze de katkı sağlamalıdır.  Bu ziyarette, sevgi saygının ötesinde muhabbet de doğdu.
Evimin sahibesi çay ikramında bulunurken dudak payını biraz fazlaca koyunca Mahmut Bey’in ecdat yadiğarı çay ritüeli gündeme geldi…
-Betül Hanım, bizde bir adet vardır. Çayın üç özelliği olmalı, derler. Lebâ leb olacak. Bardak ağzına kadar dolu olacak. Leb-i rûj olacak. Dudak renginde olacak. Leb-i sûzân olacak. Yani dudağı yakacak kadar  sıcak olacak…
-Mirim sizin muhabbet çok koyu olmuş. Hem edebi yüksek,  hem eğitici. Yoksa bazı misafirler gibi  ev sahibinde merdiven isteyenlerini de gördük.
-Kahya Efendi kırk yılı aşkın bir edebiyat öğretmeni ile yaşıyorsan karakterinde de nezaket varsa işte zarafet o zaman doğuyor demek ki…

KURBAN


KURBAN’IN PARADİGMASI…
Önümüz kurban bayramı…
Dolayısı ile sağda solda camide dışarıda gündem Kurban…
Arada bir ve bazıları, paradigmasından bahsetse bile; çoğunluğumuz Kurbanın Parametrelerinden konuşuyoruz. Yok koyun koç olsun, erkeç keçi dana mana, etli butlu olsun, yok şurada burada keselim veya vakıflara verelim falan falan. Bunlar kurbanın parametreleri…
Parametrelerin çeşitli ve çok seçenekli olması işi kolaylaştırır; ayrıca doğrusu da “illaki benim dediğimdir” deyip diretmenin de bir anlamı yoktur.
Parametreler, eğer paradigmanın çerçevesi kapsamında ise işe yarar yoksa hedefi olmayan atılmış bir ok gibi maazallah boşa gider mi gider…
-Mirim parametreleri az buçuk anladık, ya paradigma?
-Paradigma, bir işin yapılıştaki  hareket çıkış noktası ve ulaşılacak hedefteki varılacak noktadır. Yani koşuyu örnek alırsak “start ve finish” belirli olacak. Sadece start olursa boş ok hedefi olmayan ok gibi olur.
Bak bir örnek verelim… Ankebut 45: “(Resulüm) sana vahyedilen kitabı oku ve namazı kıl.Muhakkak ki namaz, hayasızlıktan ve kötülükten alıkoyar…”  Namazın paradigmasına göre varılacak  hedef nokta: “Kötülüklerden hayasızlıktan uzak durmak…” Şayet hem namaz kılıp hem de bu hedefi tutturamıyorsak demek ki,  parametreleri uygulamak işe yaramıyor.
Haydi bir örnek daha…
Her Cuma  çoğumuzun çoğu zaman uyuklayarak dinlediğimiz Nahl 90: “ Muhakkak ki Allah;adaleti, iyilik etmeyi,akrabaya yardım etmeyi emreder… Çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da  yasaklar. O düşünüp tutasınız, diye size öğüt veriyor.” Bir toplumu yıkıma götüren davranışları tanımlamakta… Düşünün kafa yorun yasalarınızı buna göre çıkarın, eğitiminizi bu göre modelleyin, sosyal hayatınızı da bu altı maddeye göre şekillendirin ki toplum huzurlu olsun.
Gelelim Kurban’ın  paradigmasına…
Hac 37: “Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşır; fakat O’na sadece sizin takvanız ulaşır…” C. Hakkın koyduğu paradigmal hedefe göre mü’minin ulaşacağı nokta: TAKVA’ya ulaşmaktır. Yani takva’ya ulaşmadığınız zaman kurban parametreniz işe yaramıyor.
Peki C. Hakkın kastettiği ölçüde TAKVA ne ola ki?..
Takva; Arapça kavi kuvvetli olmak anlamına gelir. Doğru güzel davranışlarda, sabırlı sürekli olmak bırakmamak; bunun yanı sıra da yanlış şeyler karşısında dik durabilmektir. Yanlış, kötülük, nedamet duyuran/doğuran şeyler cazibelidir; nefse hoş gelen şeylerdir onlara karşı direnmek onlara hayır diyebilmek güçlü olmayı gerektirir. Onun için kavi kuvvetli kelimesi hedef gösterilmiş.
-Mirim peki neden kurban konusunda C. Hakk  TAKVA ölçüsünü hedef amaç ölçüsü yapmış?
-Kahya Efendi neden olacak insanların en çok yamuldukları maddi şeylerdir. Kurban da bu konuya açıktır. Kurban etini deepfirize doldurmasınlar diye bu ayette ölçüyü “takvaya” bağlamış…

İŞARET Mİ?


İŞARET Mİ? İZAH MI?
Bizim sabah yürüyüşleri, sohbet tarzında geçiyor; hem yürüyoruz hem genel kavramlar üzerine iki kelam ediyoruz.
Fettah Bey İTÜ Makine mezunu. Yüksek mühendis.Şimdi çelik işiyle uğraşıyor.
-Mirim aslına bakarsan son iki yüzyıl, Batıya fark attıran meslek, makineciler oldu. Biz, Fatih’ten bu yana bu meslek dalında yaya kaldık.

-Evet doğrudur.Batı askeri yönde de gelişmesini makineciler sayesinde geliştirdi. İTÜ’nün tabanı Osmanlı döneminde Askeri  okul olarak açılmıştı. Mühendishane-i Berri Hümayun, Mühendishane-i Bahri Hümayun.  Ama demek ki cılız kaldı. Neyse… Fettah Bey ayrıca hem sosyal hem ahlaken kendisini topluma karşı sorumlu hissedenlerden… Bu nedenle de mesleki kitaplarının yanı sıra ortak akılla genel ahlak kurallarını temel alan kitap çalışmaları olmuş. “İnsan ve Ahlak” ve “İnsan ve Temel Değerler” kitapları var…

Ne sıklıkta olduğunu bilemem ama konferans ve bilimsel kültürel çalışmalara da katılmışlıkları var.
Eskilerin tabiriyle “ İlmi Hal” yeni adıyla “Davranış Bilimleri” bu dalda, bir uzmanın sohbetine katılır. Konu: Stres, Risk ve Öfke Yönetimi.
Uzman, bir hayli konuşmuş. Zira konu geniş. Sanırım, bilgi türü de “toplu iğne tarzında” olunca bazen süre uzar da uzar hatta yetmeye bilir de…
Fettah Bey bu sohbetten  bir hayli de memnun olmuş ki, bize övgü ile sitayişle bahsetti.
-Fettah Abi konu önemli, günümüz insanının en büyük problemlerinden biri “Stres-Risk-Öfke” konusu. C. Hakk’ın dikkat çektiği konulardan, deyince yüzüme şöyle bir baktı. Anladım.
K.Kerim’de C. Hakk bir konuyu izah etmez işaret eder… İzah, bilimin tarzıdır.  Konuların etraflıca detaylarını bilim izah eder. Biz K.Kerim’in işaretlerinde takıldık kaldık.  Haydi te’villeri bir yana alalım bari tefsirlerimizi güncelleyebilseydik.  Tefsir yazanlarımız eskilerin verilerini derleyip biraz günümüz diline yakın anlaşılır kıldılar ancak farklı güncel işe yarar izahlar üretemediler.
-Mirim bu konu K. Kerim’de nerede geçiyor?
-Âl-i İmrân 134: Erdemli, kendisini bilir insanların özelliklerini anlatan ayette. Şöyle: “ O takva sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar. Öfkelerini yutarlar. İnsanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.”
Bu ayette üç temel davranışa işaret etmiş C. Hak.
Bir: Bollukta ve darlıkta Allah rızası için diğer insanları koruyup kollayacaksın.
İki:Öfkeni kontrol edeceksin. Kontrol etmezsen zincirleme hatalara başlarsın ve geri dönüşü de olmaya bilir.
Üç: Seni öfkelendirenleri de affedeceksin. Affetmezsen ila yevmi kıyame sonsuza değin onun sıkıntısını taşırsın kalbinde kafanda. Kafandan kalbinden sil gitsin. Hatta affet erdemli ol.
-Mirim , başkalarını affet affet de ama kendini asla affetme…
-Kahya Efendi aynen katılıyorum. Yoksa bu kör nefis seni geri dönülmez labirentlere sokuveriyor vesselam.

19 Haziran 2018 Salı

HEDEFLER VE HAYALLER…


HEDEFLER VE HAYALLER…
  -Mirim söz ve müziği Necip Celal Andel'e ait şu parça dillere destan olmuştur.
Geçmiş zaman olur ki; hayali cihan değer,
Bir an acı duyar insan belki , sevmişse biraz eğer…
Anlar ki geçenlerin; rüyaymış hepsi meğer
Rüya olsa bile o günlerin, hayali cihan değer...
Hayali cihan değer!..Bu nasıl bir hayatmış ki; hayali tüm cihana değecek?  
-Kahya Efendi şayet Necip Celal Andel’in hayatına göz atsaydın  bu cümleye hak verirdin. Necip Celal sonradan kör olan bir sanatçıdır. Anadan  doğma kör olsa -haydi amenna da-; sonradan körlük C. Hakk kimseyi onunla imtihan etmesin… Yeniden görmen için ne verirdin, deseler ne derdi?:Dünyalar benim olsa verirdim, demez miydi?
-Evet Mirim derdi.  En azından ben olsam derdim…
-İşte o: Hayali cihan değer…
-Mirim bu ara siyasilerde bir hayal furyası var… Benim hayalim senin hayalini döver kabilinden…
-Kahya Efendi  hedefle hayal karışıyor da ondan… Ufuk çizgimizin içerisinde kalanlara hedef denir.  Ufuk çizgimizi aşarsa o hayal grubuna girer. Hedefler, uzak ufki düşünceler bile olsa gerçeklikleri vardır. Oysa ufkun ötesi için düşünceler hayal grubuna girer ki; yine bir atalar sözü ona çözüm üretmiştir: “DOĞMAMIŞ DORUYA DON BİÇİLMEZ” diye… Yani ufkun ötesinde olan şeyler hakkında sadece tasavvurlarımız olabilir… İnşallah hayal ve tasavvurların ham hayal çıkmaz…
-Mirim benim hayalimin ham çıkması sadece beni ilgilendirir de siyasilerin hayalleri ham çıkarsa onların faturasını millet öder,işte benim endişem ondandır…
-Haklısın hem de çoook…

BUGÜN BABALAR GÜNÜ İMİŞ

BUGÜN BABALAR GÜNÜ İMİŞ…
Canımız bize emanetse eşlerimiz evlatlarımız hatta dostlarımız haydi haydi emanet olsa gerektir… Öyledir de… Emanetlere de emanet gibi davranılır gözünüz gibi bakarsınız.
Babalık ile şu aralar çok yoğun yaşadığımız siyasetin kesiştiğini düşünüyorum.
Babalar; yemedim yedirdim, giymedim giydirdim gömleğimi sattım seni okuttum büyüttüm teraneleri ile kendisini meşruiyet zemininde yerini sağlamlarken evlatlarını minnet altına almaya çalışır… Aynı tavrı siyasetçilerde de gözlemlemek mümkündür…
Şunu yaptık bunu yaptık… Bir diğer grup da telaşe yok biz de şunları yapacağız…
İşte işin görünmeyen noktası şu: Bir babanın o sunduğu hizmetlerin daha alasını devlet yurtlarında çocuklara, yaşlı olanlara da darul acezelerde/huzur evlerinde sunuluyor. Peki buradaki çocuklarla yaşlıların neden yüzleri gülmüyor gönülleri kırık oluyor.
-Mirim senin fark etmeye çalıştığın şu sanırım: Bir baba bu hizmetlerinin yanında evlatlarının başını okşayıp sırtını sıvalamazsa şefkat kolları altına almazsa o hizmetlerin hayrı olmuyor.
-Kahya Efendi benim bocaladığımı sen çözdün… Demek ki siyasiler için de aynı: Partiler hizmetle ayakta kalamıyorlar… Kalsalardı; kurucu unsur CHP, dönüşümcü unsur AP/DYP, dönüştürücü unsur ANAP kaybolmaması gerekirdi… Günümüz erki de fabrika ayarlarına dönüp şefkat kollarını açmaktan başka şansı kalmadığını görmeli artık…

14 Haziran 2018 Perşembe

BAYRAM YAZISI…


BAYRAM YAZISI…
Bir şeyi bir kimseyi sevmen sevebilmen senin meselendir.Oysa saygı duymak senin değil karşındakinin hakkıdır. Saygı kelimesi hürmete eş değer midir, bilemem ama; saygı, olumluları yapmak, hürmetse, olumsuzları yapmamayı kapsadığını düşünüyorum.
HERKESE HAYIRLI BAYRAMLAR… Sadaka-i FITIR’larınız makbul olsun.
-Mirim bu yazı neden bu kadar kısa?
-Ziyaretin kısası makbuldür de  ondan.

4 Haziran 2018 Pazartesi

AYASOFYA HAYALİ…


AYASOFYA HAYALİ…
Bu yazı aslında 29 Mayıs 2018  İstanbul’un fetih günü için yazıldı;  o tarih için…
-Mirim neden erteledin o zaman?
-Kahya Efendi, Vehbi Koç’tan duymuştum: “Ben resmi olmayan mektuplarımı en kısa sürede cevaplarım. Resmi/ticari olanları da metni yazar dikte ettiririm zarflarım ancak zarfların üzerine kurşun kalemle not düşerim. Bu mektubu bir hafta sonra postalayınız. Bazılarını da 10 gün, on beş gün, hatta bir ay sonra bile postalattıklarım olur.” Spiker sorduğunda sebebini: “Ülkemizde enflasyon var. Bazı değişiklikleri iyi takip edebilmek için.”
-Mirim yani konjonktürü iyi takip etmek için.
-Evet aynen o. Şu aralar ülkemiz halkı geçim derdinde; siyasiler seçim derdinde. Kim neylesin senin Ayasofya’nı. Bir de o problemi çıkarmayalım, diye yazdım ama yayımlamadım. Ama duramadım… Kudüs için estik gürledik ama hiçbir şey değişmedi.
Kudüs’ün bence cevabı Ayasofya olmalı idi.
-Mirim Sayın Cumhurbaşkanı onun cevabını verdi. Gayet veciz biçimde: “ Sultan Ahmet  Camisi cemaati ne zaman ki Cuma cemaati kadar sabah namazında olmaya başladı işte o zaman Ayasofya’yı açarız.”
-Kahya Efendi ben de duydum bu cevabı.  Keşke Ayasofya’yı sembolik olarak sadece Cuma günleri Cuma namazı için 500 kişilik bir cemaati planlayıp açabilsek. 400 kadarı erkek 100 kadarı hanımlar için olsa. İnternet üzerinden Cuma namazı cemaati olmak isteyenler baş vursa,internet üzerinden kura çekilse ve şova döndürmeden Fatih’in hakkını teslim edebilsek…
-Mirim bu mahzunluk son bulur mu?
-Mahzunluğun son bulmasından ziyade Kudüs için en güzel cevap olur. Adamlar nasıl hükümranlık haklarından vazgeçmiyorlarsa biz de şu hükümranlık hakkımızı hatırlamalıyız artık.  Yoksa namaz ibadetinin yerle tahsisli olmadığını ben de biliyorum.
-Mirim bu Ayasofya işini çözerlerdi ama zannımca bizim bilmediğimiz ve bizden saklanan bazı kısıtlar demek ki…
-Kahya Efendi sen bu sözle fazla karıştırma mı demek istiyorsun?..
-Evet. Şu sıkıntılı dönemlerde bir de bu gaile açılmamalı başımıza.
-Kahya Efendi 1071 den bu yana Anadolu Müslüman –Türkü ne zaman sıkıntısız dönem geçirdi ki… Gün bu gündür deyip bu işle dik duruşumuzu göstermek gerekir. Bu ara siyasiler pek bir hamasiler; bakarsın birisinin ağzından çıkıverir…
-Mirim “ergene karı boşaması kolay gelirmiş”; olur mu olur…

3 Haziran 2018 Pazar

KAYNAĞI BOZMAK…


KAYNAĞI BOZMAK…
Bu aralar seçim öncesi herkes birbirine veryansın ediyor: Tarım iflas etti, hayvancılık öldü, sanayi zaten yok… İhracat şu, ithalat bu, cari gider açığı falan filan. Bunların hepsi doğrudur. Halin sebebini izah edemezseniz, o hali anlama çözüm üretme şansınız olamaz.
Şu an ki hali pür melalimizin sebebi “KAYNAĞI BOZMAMIZDAN “kaynaklanmaktadır.
Bizim devlet uygulamalarımızın alel ekserisi; hayata, K.Kerim’e ve Allah’a meydan okumak üzere kurguludur…
Nasıl mı? Eğitimi ele alalım.
Biz öğrencilerimizi alt bazlarda değil sadece üniversite yaşında kesin ayırıma tabi tutarız. Üniversiteye kadar  eskiden beri şu veya bu şekilde  4+4+4 gibi çeşitli pozisyonlarda eğitim veririz.
-Mirim ne var bunda ha 4+4+4 ha 5+3 ha sekiz yıl üzerine dört yıl.
-Kahya Efendi benim takıntım sürede değil. Malzemeyi aynı görmekte… Öğrenciyi aynı görmekte. Biz ziraat mühendisine verdiğimiz eğitimi çapacıya da vermeye kalkarız. Mimar, mühendise vereceğimiz eğitimi; sıvacı, duvar ustası, amele, demirciye de vermeye kalkarız.  Keza diş hekimi doktor falan saymaya gerek yok. Herkes üniversiteye kadar aynı eğitimi alır. Oysa malzemeyi C. Hakk herkesi aynı yaratmamıştır.  Şimdi bakalım kaynağımızı anlamaya çalışalım… Yine kaynağımıza bakarak: (43/ZUHRÛF-32: Rabbinin rahmetini onlar mı taksim ediyorlar? Biz onların dünya hayatındaki geçimliklerini taksim ettik ve bir kısmının diğerlerine iş gördürebilmesi için, bir kısmını bir kısmından derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti onların biriktirdiklerinden daha iyidir.)(43/ZUHRÛF-32: Rabbinin rahmetini onlar mı bölüştürüyorlar? Dünya hayatında onların geçimliklerini aralarında biz paylaştırdık. Birbirlerine iş gördürmeleri için, kimini kimine, derecelerle üstün kıldık. Rabbinin rahmeti, onların biriktirdikleri şeylerden daha hayırlıdır.)
Bu ayet bir hal ayetidir; davranış ayeti değildir… Bz bu hali görmezden gelerek ne yaparsak yapalım başarma şansımız olmaz. Hali kabullenip ona göre eğitime dönmediğimiz sürece kaynağı heba etmekten başka bir şey elde edemeyiz.
Şu unutulmamalıdır “ HİÇ BİR TERCİH MÜKEMMEL DEĞİLDİR.” Ancak en az sıkıntı için derhal bazı uygulamalara geçilmelidir.
  • İlk kademe sonunda tüm öğrenciler sınava tabi tutularak sayısal- sözel- duygusal zekaya yatkın olup olmadıkları ilk taramaları yapılmalıdır.
  • Aynı sınav orta okul yani ikinci kademede de yapılmalıdır.
  • Lise eğitimine başlama ilk okul orta okul  sınıf geçme notları ve sınav verilerine bakılarak ayrıştırılmalıdır.
  • Eğitimde eşitlik teranesi yerine eğitimde denklik kuramına dönülmelidir.  A sınıfı kadroya yerleşecek bir kişiye o tür, genel idare hizmetleri için ayrı eğitim, yardımcı hizmetler için ayrı eğitim verilmelidir… Bu denk eğitim konusu hem hale uygun hem de adetullaha daha uygun olacaktır. Şu unutulmamalıdır: EŞİTLİK SADECE SEÇİMLERDE OY VERİRKEN OLUR; DİĞER ŞARTLARDA EŞİTLİK YOKTUR…Artık ayaklarımız suya ermeli ve KAYNAĞI DOĞRU KULLANMALIYIZ. Gençlerimizi, ailelerine şirin görünmek için heba etmemeliyiz… 

31 Mayıs 2018 Perşembe

KADER VE KAZA…


KADER VE KAZA…
Kader, iman esaslarından biri. İmanla alakalı olduğu için de akıldan ziyade kalbi ilgilendirir… Akıl, ispatla kendisini tatmin ederken; kalp,  ikna ile mutmain olur…
Akli bilgiler; denenebilir, laboratuara girer, kayda girer, görür-gözlersin ama kalbi bilgiler, dünyevi şartlarda somut veriler gibi çıktı alamazsınız. Kalbi bilgilerin doğruluğu, ahiret alemi dediğimiz diğer alemde belli olacaktır. 
-Mirim, kader konusunu sen o zaman kestirdin attın. Ahirete bıraktın. Bu dünyada kader ve kaza konusunun hiç mi emaresi yok?..
-Kahya Efendi acele ettin. Bak kader ve kaza konusunu anlamak istiyorsan projeksiyonu yukarı alacaksın.Daha geniş açıdan bakacaksın.
Önce KIYAM Bİ NEFSİHİ… Bu tabir, C. Hakk’ın zatına özgü özelliklerinden.  Kendi kendisine var olmak demektir. Yani Allah’ın var olması için başka bir güce ihtiyaç yoktur. O “vacibül vücut’tur.” Varlığı zorunlu olandır. Onun dışındaki mükevvenat, mevcudat yani Allah’ın dışındaki tüm varlıklar O’nun tarafından var edilmiş şeylerdir... İşte o varlık aleminin; yaratılış bilgisi, sıralaması oluşumu, sürdürülmesi programına biz kader diyoruz.
Varlık aleminde insan, sahildeki kum taneleri gibidir; şu dünya nizamının yanında… Onun için insanoğlu da kader programının bir parçasıdır.
Zaman ve mekan madem sonradan yaratıldı; bu otomasyon sistem çalışmaya başladığı andan itibaren an be an,  kevn-ü fesat sistemi ile çalışmaktadır. Kevn, oluşum; fesat, bozulma… Yani bir an bozulma diğer an yeni oluşum. An be an böyle devam edegelmekte. Biz bu olaya “KAZA” yerine gelme programın işlemesi diyoruz. Peki nereye kadar? Bu çark durana kadar.Peki ne zaman duracak? Çalar saatin süresi bitene dek ki, bunun adına ecel diyoruz… “ECEL” sürenin bitmesi demek. Her varlığın bir eceli vardır ve mutlaka sona erecektir.
Şimdi gelelim bizi ilgilendiren kader ve kaza olayına. İmani bilgiler ispat edilemez demiştik ya: Sadece izah edilmeye, örnekleme yapılmaya müsaittir.  Biz insanoğlu davranışlarını seçebilen bir varlıktır ki insan olma özelliğimizin başında gelir İRADE murat etme özelliği seçme özelliği. Bilgi/İlim ve Tekvin/oluşum özelliği birleşince kader programının bir adımı gerçekleşmiş oluyor. Gerçekleşmeyen kısmı çöp oluyor. Yok hükmünde…
İzah edersek elimizde bir iğne var masamızda da 20/30 kadar kalınlı inceli iplikler. Renk renk hiç biri diğerinin aynısı değil. Biz bu ipliklerden birisini mesela kırmızı olanını alıp iğnemize geçiriyoruz. O kırmızı ipin geçmesi “KAZA “ olarak ad alıyor. Diğerlerinden sorumlu olmuyoruz zira diğerleri hükümsüz oldu. O halde temellendirelim; bilgimizle kullanacağımız ipi tespit ettik.   Tespit ettiğimiz ipi “kesin bir istekle irade ile tercih ettik.” Elimize alıp o delikten o ipi geçirdik “TEKVİN” yani mümkün kıldık oluşturduk… Demek ki en basit bir eylem de dahi kolektif  bir yapı var… Hele bir de başkalarını başka alemleri ilgilendiriyorsa daha grift bir sarmalın içerisinde döngü içinde döngü haline geliyor. O zaman kısaca şunu diyebiliriz: “Kader çoğul, kaza ise tek’tir…”  
Ben davranışları hayır şer olarak da sınıflamadım dikkat edilirse. Bütün davranışlar adeta şununla izah ediliyor: “Asya’nın ortasında bir kelebek kanat çırpsa Hint Okyanusunda fırtınaya dönüyor, derler.” Dünyadaki hiçbir davranış tekil değil yani.Bir şeyle ilintili…
Geçenlerde Sultanbeyli GÖLET tesislerinde -bizim ufaklık- çelik büyükçe kaydıraktan kayıyor. Baktık bir kalabalık. 60 yaşlarında hemen hemen 90 kiloluk bir teyze -onda da kaydırak merakı olmuş-; sen kay,  sonra bir ayağının üzerine yığıl…  Sağ ayak  ortopedik sıkıntıya düşmüş. 112 Ambulans geldi EMSEY Hospitala kaldırıldı. Bir keyf amacı ıstıraba dönüştü. Bir ıstırap; bilgi, emekle sermayeye hizmet etti. Onun için hiçbir eylem tekil değil.
-Mirim insan iradesi sınırsız mı?
-   İnsan iradesi  hayalle düşünürsek sınırsız gibi görülür ama sınırlıdır: Yani mutlak özgürlük sadece C. Hakka aittir. İnsan özgürlüğü sınırlıdır. Tabiri caizse akvaryum gibidir. Herkesin akvaryumu kapasitesi eşit değildir. O hacimde ne kadar balık yaşar hangi balıkları koyabilirsin bunun gibi kısıtlar vardır. Ancak fonksiyonları değiştirip artırıp eksilterek farklı sonuçlara ulaşmak olasıdır. Mesela: 5 sayısının ikinci kuvveti 25 yaparken iki sayısının beşinci kuvveti ile 32 sayısını elde etmek mümkündür.
-Mirim yani tabanlar Allah’ın bize verdiği fırsatlar. Üsler ise bizim çalışıp çabalayıp gerçekleştirebildiğimiz  eylemler.
-Evet onun için de iki türlü kader programı var… Bir: Allah’ın sınırladığı alanlar.Bu alanlar ve hadler değişmiyor. İki: Bize bıraktığı alanlar. Bu bizim çabamıza bağlı. Pergelin sivri ucu C. Hakka ait. Merkezi o belirliyor. Diğer ayağının ne kadar açılıp neleri çizeceğimiz ve dairemizin genişliği biraz da bize bağlı… Onun için C. Hakk kader programında insan faktörünü yok saymıyor. Sadece insana özgü tabi. Eh bu yazı ancak bu kadar kısaltıla biliyor.  İzah edebildikse ne mutlu edemedikse de acizliğime verin… Haydi bir beyitle işi bağlayalım: Bal Mahmut’tan, Mahmut Baler’den: “
“Anladım beyhude imiş bir işte fazlaca tedbir eylemek/ Bir kişinin kârı değildir takdiri tebdil eylemek.” Adnan Menderes’i idamından evvel hapishanede ziyareti esnasında söylenmiş/yazılmıştır bir günlük gazetenin kenarına…       

27 Mayıs 2018 Pazar

HAYAT KİTABI...


HAYAT KİTABI…
K.Kerim, bazı davranışları emrederken, bazılarına da işaret eder. Emrettikleri, bizlere mutlak gerekenler olduğu kadar, işaret ettikleri de zaten kendisini ihtiyaç olarak hissettirir.
-Mirim C. Hakk bu işaret ettiklerini emretmeye gerek görmemiş demek ki…
-Evet. Zaten hayat seni o noktalara zorlar. Ben anladığımı zannederdim ama demek ki anlamamışım. Arada bir eşimiz dostumuzun başına gelen-ayrıca benim ders almadığım- bir olay başıma geldi. Telefon kilitlendi… Tabi format atıldı; tüm hafıza nanay… Rehber gitti, mesajlaştıklarımız haberleştiklerimiz hepsi gitti… Oysa ki benim değer verdiklerimle bana değer verenler vardı o küçücük aletimizde.
Bu bana iki şey hatırlattı:
Bir: Kalem Suresi… C. Hakk bu sureye hem bir simge hem de yeminle başlar: “1- Nun. Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun.” Bize şunu işaret etmekte: “Yazı çizi işlerini ihmal etmeyin. Telefon digital hafızaları kullanın ama yine de tedbirsizlik etmeyin ve başka bir yerlere de yazın.”
-Mirim Allah aşkına  dünya digital  hafızaya geçti sen hala kalemden kağıttan bahsediyorsun.
-Kahya Efendi sen beni yanlış anlıyorsun ve parametreye takılısın.  Ben, telefon kayıtlarımı ya bir yerde kalem kağıtla tutmalı idim ya da başka bir yerde bu hafızayı bulundurmalı idim. K.Kerim bunu demeye getiriyor. Ama yine de işin en kalıcısı kalem kağıt doğal veri. Dünya digital bir şok yaşarsa ne olacağı hala belli değil. Bu bir.
-Gelelim ikincisine.
Hepimizin sık sık okuyup referans tuttuğumuz ayet el-KÜRSİ…  Bakara:255- Allah… O’ndan başka İlah yoktur. Diridir, Kaimdir. O’nu uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. İzni olmaksızın O’nun Katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O’nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O’na güç gelmez. O, pek Yücedir, pek büyüktür.
Dilediği kadarının dışında, O’nun ilminden hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar.İşin nüktesi burada: Biz bilgiyi gerek üretirken, gerek depoladığımız bilgiye ulaşırken Allah’ın izni olmadan gerçekleştirme şansımız yoktur. Arada bir bu şekilde yokluklarla C. Hakk bize şunu işaret eder: Var ve sahip olduklarınıza pek de güvenmeyin… Ben, istersem o sahip olduklarınız elinizden alıveririm; sonra dikilir kalırsınız. Kalıcı bir şeylere yatırım yapın ve güvenin…
-İşte benim telefon olayı bunları düşündürdü; yoksa o verilere ulaşmak biraz zaman alsa da, ben arzuladıklarıma ulaşırım, beni arzulayanlar da bana ulaşır o kadar basit işte…  

26 Mayıs 2018 Cumartesi

İSRAİL DEVLETİNE DOĞRU…


İSRAİL DEVLETİNE DOĞRU…
İsrail, adı dahi bir din devleti olduğunun kanıtıdır. Devlet adamlarının   bakanlar kurulu toplantılarında “kippa” giymeleri işin doruk tarafıdır ve kanunlar çıkarılıp uygulanırken Yahudi şeraiti dini verilere dikkat ederler. Bu devlet adını Kur’ani bir tabirden alır. Hz. Yakup (a.s)ın  K.Kerim’deki lakabıdır İSRAİL ve “Gece seyahat eden kişi” demektir.
İSRAİL bileşik bir kelimedir… İSRA: Gece seyahat eden kişi, İL: İlah… İsim tamlaması olarak da : Allah’ın gece seyahat eden kulu demektir.  
-Mirim günümüzde de karanlıklardan yararlanarak  İsrailliler her türlü işlerini yürütmekte. Peki 1948’de kurulan bu devlet tabanı olan Semitik Yahudiler bu bölgeye nasıl yerleştiler?..
-Kahya Efendi,  basit bir izahla Osmanlının son döneminde İzmir’in nüfusu 100 bini aşkın idi ve Müslüman Türk nüfusu on bin civarı idi ve diğer kesim Gayri Müslimler Rum Ermeni Yahudilerden oluşuyordu… Yahudiler Osmanlı’da da nüfusları az dahi olsa nüfuzları fazlaca etnik gruplardan birisi idi…  
Dünyanın sekizinci harikası sayılan sinema görsel  medya sektörü çok etkin bir konuma sahiptir. Her film bir belgeseldir adeta.  Psikolojiyi sosyolojiyi izah ederken aynı zamanda tarihi olayları yeniden yaşayıp irdelemeyi sağlar.
Western dediğimiz ABD filmlerine dikkat ediniz. Ekserisi 1850’lerden sonrasını anlatır. Psikolojik tavırları bir yana en büyük özelliği “ MÜLKİYET KONUSUNU “işlemesidir. Toprakların özel mülkiyete geçirilmesi dünyaya ABD vasıtasıyla geçirilmiştir.  ABD’nin topraklarını özel mülkiyete açması kalkınmak içindir; bizim gibi kadim devletlerin de topraklarını özel mülkiyete açması “GEÇİNMEK” içindir. Zira devletin hazine kaynakları ihtiyaçları karşılamamaktadır.
-Mirim Osmanlıyı eleştirmene gerek yok; günümüzde de aynı… 2B arazilerini devlet satışa çıkarmıyor mu? Anla artık…
-Osmanlı’da arazi devletindir. Kişiler sadece kendisine tahsis edilen araziyi eker biçer devlete vermesi gerekeni de verir. Oturduğu evin arsası da tahsistir. Tahsisli kişi ölürse oğula tahsisi edilir  veya tahsis sahibi el değiştirir.
Ta ki Sultan Abdülmecit’in Tanzimat Fermanı (1839) ile  başlayan özel mülkiyet yetkisi ile Osmanlı toprak düzeni  özel mülkiyet olayı ile dağılmaya başlamıştır.  Peşi sıra gelen halef padişahlar  Yahudilere toprak satılması konusuna sıcak bakmamışlar ve Yahudiler Orta Doğu’da arazi alamamışlar…
En nihayet Müslüman tebaya arazi tahsisleri Birinci Dünya Savaşı sonu hakim devletlerce özel mülkiyet olarak tapulanınca ortaya şu çıktı: “Kendi mülkü sayılan araziyi isteyen istediğine satmaya başladı ve Orta Doğu arazileri bol paralı Yahudilerin eline geçti.”
-Mirim şimdi anladık: Devlet gücünü kaybeden toplumlar rezil kepaze olmaya hazır olmalılar…
-Ya da dedelerin günahını torunlar ödermiş. Kararlarımıza dikkat etmek gerekiyor demek ki…

DOĞRULAR… YANLIŞLAR…


DOĞRULAR… YANLIŞLAR…
Bir gerçeğin, doğruluğu yanlışlığı; baktığın yere ve zamana göre değişir. Doğru yaptığını zannedersin ama yanlış netice verebilir. Tarihi, şöyle bir yoklarsak yüzlerce örnek buluruz. Buluruz da elinizden yapacak bir şey gelmez. Keşke; der, başlarız söze… Şöyle olsaydı da böyle olsaydı falan…  İşte bunlara bir iki örnek verelim.
-Mirim aman bakalım yine kimsenin kuyruğuna basma.  Bazen yitik virane cennette oturmaları yanında insanları tatlı hülyalarından uyandırmak onları rahatsız ediyor.
-Telaşe yok.
Kanuni zamanında “1530-1570’li yıllar”; Avrupa’da Martin Luther’in, parladığı zamanlara denk gelir. Roma Katolik Dünyasına başkaldırı olan Protestanlığı kuran kişi. Kanuni ekibi de onlara maddi-manevi destek sağlamış; Katoliklerin aleyhine… Adamlar, yeni kavram oluşturuyorlar; dinlerini, din adamlarını, öz eleştiriye tabi tutuyorlar ve yeni bir düzen kuruyorlar, sen onları destekliyorsun…
Birisi bu…
2. Abdülhamit  diplomasi ve zekice atraksiyonlarla 30 küsur sene bu işi itibarlıca götürdü… Devlet aslında  taaa 1774 lerde SOS vermeye başlamıştı. Padişah III. Mustafa’nın dörtlüğü gayet sarih ve vecizdir.
Yıkıluptur bu cihân sanma ki bizde düzele
Devleti, çarh-ı deni verdi kamu mübtezele
Şimdi ebvab-ı saadette gezen hep hazele
İşimiz kaldı heman merhamet-i lemyezele
-Mirim tarihlere bak 1776 ABD’nin kuramlı devlete geçiş dönemi… Hemen beş on sene sonra da Fransa İhtilali… 1789… Osmanlı 1914’e kadar yine de iyi idare etmiş. Abdülhamit’te ne gördün; doğru olup da yanlış netice veren?..
-Yahudiler, devlet kurmak için  GİRİT adasını hem de yüklü bir bedel karşılığı isterler. Bizim övüne övüne iftihar ettiğimiz bir cevabı vardır Abdülhamit’in: “Girit bize 100 bin şehide mal oldu. Yüz bin şehit kanı getirin Girit’i götürün.”  Yani savaşmadan alamazsınız…
-Mirim bunda ne var?..
-Evet doğrusunu yapmıştır ama 40/50 yıllık projeyi bırakın beş sene içerisinde Osmanlı darmadağın oldu. Eğer daha uzak vadeli proje mantığımız  olsaydı şunu görebilecektik. Girit, bedel karşılığı verilmeliydi… Orada bir İsrail devleti kurulsaydı bugün Orta Doğu-Filistin problemi yaşamayacaktık… Girit adasında dünyaya dalaşamayan izole bir İsrail Devleti kimseyi bu denli rahatsız etmezdi…
Bugün ABD’nin ve kısmen Avrupa’nın uzun vadeli projeleri uygulama sürecinde ortaya çıkacak sorunları görmek üzere kurgulandığı için daha doğru neticelere gitmekte…
-Aman Mirim Allah aşkına ABD’nin Arap Baharı projesi ile Orta Doğu’da ne zaman demokrasi ve özgürlük temin etti ki…
-Kahya Efendi o işin adı ve kılıfı idi. Hala anlamadın mı? ABD, Orta Doğu’ya Avrupa’nın enerjisini petrolünü kontrol için geldi. Hedefine de ulaştı… Demokrasi özgürlük kimin umurunda…

21 Mayıs 2018 Pazartesi

HÜKMÜ OYNAMAK… TOLERANS…


HÜKMÜ OYNAMAK… TOLERANS…
Yakın tarihte Gediz’den uzak tarihte taaa Kayseri’den bir abimizdir Mestan Günel Bey…  İslami değerlendirmelerimizdeki yaklaşımı/metodu eleştirmiş. Hem de çok veciz: “Sana katılıyorum. ya ipi incelte incelte koparıyorlar veya ipi o kadar kalınlaştırıyorlar ki ipin ağırlığı bağlanan şeyden daha fazla oluyor. ipin ucunu kaçırmak mı desek?
Bu değerlendirme bana bir şeyi çağrıştırdı; Maide Suresi ayet 6: “Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi ve dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın, başlarınızı meshedin ve topuklarınıza kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüp iseniz boydan boya yıkanın. Eğer hasta yahut yolculukta olursanız veya sizden biri tuvalet ihtiyacını görmüş ya da kadınlara dokunmuş olup da su bulamazsanız temiz bir toprakla teyemmüm edin. Onunla yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin. Allah size bir zorluk çıkarmak istemiyor; ancak sizi temizlemek ve olur ki şükredersiniz diye üzerinize nimetini tamamlamak istiyor.)
Bu ayetin mealine nereye bakarsanız bakınız: Baş ve ayakları meshedin demesine rağmen bütün meallerde  başı meshedin ayakları yıkayın ifadesine rastlarsınız.
-Mirim hoppalaaa dememek elde değil.  Nereden bulursun bu zihin karışıklığına sebep olacak şeyleri?.. Bırak yahu rahvan rahvan gidiyoruz işte…
-Kahya Efendi; biz Kur’an hükümlerini oynamayı pek severiz.  Bak en naifi, en samimisi bu ayet. Yahu ayet hükmünü değiştirme ama sen ayakları meshetme de yıka. Ama “Meshedin!” ifadesini, hükmünü oynama… Onun orijinalitesini bozma; zira buna hakkın yok.  Yok efendim, Efendimiz(a.s) bunu böyle uygulamış da gibi kılıf üretmeler bizi kurtarmaz… Masum sayılacak bir hükmü oynamaya başlarsan diğerleri meşru gelmeye başlıyor…
 Gel miras hukukuna bak, izdivaç hak hukukuna bak, evlenme  boşanma yetkilerine bak, sıla-i rahim, sadaka zekat hukukuna bak, içki kumar zina anlayışlarına bak say say bitmez… Aldığımız kararlar çıkardığımız yasalar hep Kur’ani hükümleri oynamak özere kurguludur.
Hükmü oynadığın zaman tüm uygulamaların tolerans kelimesinin altına girer.
Tolerans; yapılması gereken bir davranışı alt ve üst eşiklerde başka bir davranışla karşılamaya çalışmak anlamına geliyor.
İşte mesele burada çözülüyor; bir hükmü oynadığın zaman onun yerine koyabileceğin davranışlar bazen eşyanın tabiatına uymayıveriyor.
Mestan Abimizin dediği gibi: Yük ağır ip ince kalıyor; ya da yük hafif halat kalın geliyor.
-Mirim kısa yorgan gibi: Ya başın ya da ayakların dışarıda kalıyor…