26 Şubat 2018 Pazartesi

ŞERİF İÇLİ…SÜLEYMAN NAZİF… BİR HİCAZ ŞARKI…

ŞERİF İÇLİ…SÜLEYMAN NAZİF… BİR HİCAZ ŞARKI…
Pazartesi günü  akşama doğru bir aile ziyaretine gidiyoruz. Genelde trtnağme frekansını  dinlerim araçta. Keyifli bir sürüş sağlıyor.
Klarnet, yanık yanık hicaz taksime başladı ve bir anons: Şimdi dinleyeceğiniz eser Bestesi Şerif  İçli( 1899/1956)  Güftesi Süleyman Nazif(1870/1927) deyince kulak kesildim.
“Derdimi ummana döktüm âsumâna inledim” kendi kendime esef ettim; yıllarca bu şarkıyı angutçasına dinlemişim, diye…
Bu şarkıyı dinlerken hep sevip de sevilmeyen kişi akla geliyor; ne fettan kadınmış, derdik. Adamı muma  çevirmiş eritmiş; kül etmiş. Derdini ummanlara dökmüş –ummanlar almamış-  asumana gökyüzüne inlemiş. Onlar yetmemiş halini bir de yerdekilere açmış dost düşman ayırmadan“Yâre de ağyâre de  hal-i derunum söyledim.”  
Ama derdine çözüm bulamamış: “ Aşina yok derdime; ben söyledim ben dinledim.”  “Gözlerim yolarda kaldı gelmedin çok bekledim.”
Şu şarkıyı süfli bir sevda olarak gördüğümden utandım. Zira  sevilmeyen her şairin kaleminden dökülebilecek bu dizeler Süleyman Nazif’te,sevmenin- sevginin neticesinde terennüm buluyor. Zira Süleyman Nazif’in sevdiği; vatanı,bayrağı, milleti, dini-diyaneti.
Zira Süleyman Nazif Osmanlının inhitatı çöküşü, toplumun  çözülüşünü görecek kadar ferasetli bir kişiliktir…
İşte onun için derdi; vatan, millet, devlet, bayrak, din diyanet olanların dertlerini, ne ummanlar alır ne asumanlar.
-Mirim Ferid Kam merhum ne güzel söylemiş Süleyman Nazif için:  
 “Sağlığında nice ehl-i hünerin; bir tutam tuz bile yoktur aşına.
Öldürüp onu evvel açlıktan; sonra bir türbe yaparlar başına.”

-Evet. Süleyman Nazif için bir türbe yapılması planlanmış. !00.000 liraya mal olacağı açıklanınca yazmış gazetenin bir kenarına Ferid Kam.

Vallahi dostlar bu şarkıyı bir de bu formatta dinlerseniz benim utanmama hak verirsiniz. Nice sanatlı saatlere.

22 Şubat 2018 Perşembe

Mim koymak vav harfi

“Mim koymak” “Vav harfi…”
Hz. Mevlana’ya atfedilen bir söz var: “Gül bahçesinde gezerseniz gül kokarsınız; çöplükte gezerseniz de kir kokarsınız. “
Bir başka deyişle: “ Arkadaşının kim olduğunu söyle; senin kim olduğunu söyleyeyim.”
Aslında bu iki ata sözümüz Hz. Yusuf’un duasının Türkçe izahıdır.  “…Yarabbi beni Müslüman olarak öldür ve Salihlerle beraber yarat.Haşret.” Yusuf:101.
-Mirim bu ayete göre o zaman kıyamette haşr  tarihsel takvime göre değil insanları amellerine gruplayıp haşr var. Şehitler bir grup, Salihler, alimler, sadıklar, sabırlılar, mücrimler, mükrimler vb.olarak yaratılacaklar.
-Evet aynen o. Denkler yan yana beraber olarak.
Kahya Efendi laf lafı gerektiriyor: Denkler dedik de bugün müezzin efendi mukabele okur sabah namaz öncesi Nisa suresi okunuyor  36. Ayeti okuyor şok oldum.
-Mirim çok mu güçlü ifade idi?
-Her ayet içeriği bakımından güçlüdür de ben tefsir/meal yazanlar adına utandım. Ondan şok olduk… Cinayet diye üç beş kişiyi öldürmek olarak adlandırılır; asıl cinayet burada işlenmiş; tabi gafletlerinden diyelim ve iyi niyete hamledelim.
Ayet meali şu: Allah'a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ana babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.Nisa: 36.
-Mirim amenna  ne var bunda; gayet sarih/açık: Allah’a ibadet et ve ona hiçbir şeyi ortak koşma... Anaya babaya, akrabaya , yetimlere… iyilik edin…” Anlaşılmayan ne var.
-Evet Kahya Efendi bu gördüğüne göre öyle. Gel bir de ayett:   Allah'a ibadet edin ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ve Ana babaya, ve  akrabaya, ve yetimlere,ve yoksullara,ve yakın komşuya,ve uzak komşuya,ve yanınızdaki arkadaşa, ve yolcuya,ve  elinizin altındakilere iyilik edin. Şüphesiz, Allah kibirlenen ve övünen kimseleri sevmez.Nisa: 36.e metne bakalım ve aynen tercüme edelim
-Haaaa Mirim şimdi iş değişti: Aralara “ve” bağlacı geldiğinde her grup insan Allah’a kullukla Allah’a gizli açık her türlü şirke eş durum doğdu.   Yani ana babaya iyilik,akrabaya iyilik,yetimlere iyilik, yoksullara iyilik, yakın uzak komşuya iyilik  yanınızdaki arkadaşa ve yolcuya iyilik en nihayet elimizin altındakilere iyilik yapmak adeta Allah’a kulluk ve şirkle eş değer oluyor…

-Evet ayen öyle. C. Hakk bu kişilere yapılacak hayr-u hasenatı aynen kendine itaat grubuna alıyor tabi iyilikten kaçınıldığında da şirk grubunda değerlendiririm haberiniz olsun, diyor. İşte onun için o bayanların koyunlarında kolyeler, erkeklerin yüzüklerindeki “vav” onun için önemli… Denklere dikkat edin diyor.  Ecdat cami duvarlarına boşu boşuna figür olsun diye “vav” harfi yazmamış. Halbuki bizim “mim koymak “diye deyimimiz var. Mühim kelimesinin “mim”i… Demek ki “vav” bağlacı da “mimden” aşağı değil. Ne diyelim CUMANIZ HAYROLUR İNŞALLAH.

21 Şubat 2018 Çarşamba

VEHİMDEN KURTULMAK

VEHİMDEN KURTULMAK…
Değerli Dostlar,
Ülkemiz insanı zaman zaman ya Oruç, ya Namaz  veya Bayram günlerinin tartışmasını yaşar; diğer dünya milletleri ve devletleri de katılır bazen.
Nedir Konu? Zamanın nasıl ve ne şekilde ölçüleceğidir. Çünkü İslam’da hiçbir sorumluluk ucu açık ve sonsuz olamaz…Bunun sınırı bazen bir ömür süresi ile de ölçülebilir.Mesela:Hacc. O halde zamanın; günler, aylar ve yıllar bazında makro düzey-de ölçülmesi gerekir.Ya alt birimlerde?Tabi o mikro düzeyde ölçülmelidir.Bu da kronometrik, aletsel ölçümlemeye  kadar gidebilir.
Ay ve Güneş,-K.Kerim’in bize işaret ettiğine göre- zaman ölçme aygıtlarına done sağlayan tek kaynaktır. Ölçümleme,  gözle başlar ve ölçen, kayıt tutan, sürekli gözleyen her araç gereçe hamledilebilir. Yani bu  geniş yelpazeli bir fonksiyondur. Peki hangisi cari olacaktır?
İslam, ölçümlemede  doğal yapı dediğimiz; beş duyuyu esas almıştır. Yanılgılardan uzak, beş duyu yeterli görülmüştür. Bu beş duyu ne yapacaktır? Güneş ve Ay’ı gözleyip, zaman dilimlerini kategorilere ayırıp; mali ve bedeni ibadetlerin edasını ger-çekleştirecektir insanoğlu.
İslam yıllık ibadetlerde Ay’ın hareketlerinin baz alınmasını; günlük ibadetlerde de Güneş’in hareketlerinin baz alınmasını, buyurmuştur. O halde ne olmalıdır? Azından -en naifinden en eğitilmişine kadar- tüm insanlar, Ay ve Güneş’in hareketlerini gözlemek zorundadır. Bu işi de,meslek edinenlere bırakmak gibi bir lüksü de yoktur.
Çağdaş Dünya’da yeterli nüfusa ulaşan insanoğlu bazı sorumluluklarını bırakmış ve birilerinin üzerine kaymıştır; bu yetenek ve sorumluluklar.
Pekala, -bu  değerlendirmeler- haydi tekrar görevimizi üstlenmemizi sağladı diyelim. Acaba bizim ölçümlememiz hakikaten doğru mu? Gerçeklere uygun mu?
Konu, zamanın ölçülmesi ve kayıt altına tutularak Takvim dediğimiz aygıtın hazırlanması ise… Bu ölçümlemeler için Ay ve Güneş tek veri kaynağı olduğuna göre  İstanbulluların işi çok kolay. Hem de çoooook…  Neden? İki sebepten. Bir: Rasathaneleri var. Üstelik çok sevecen -hiç mi hiç kamu personeline benzemeyen- bir ekip ta-rafından idame ediliyor. Bu biiiiiir. Asıl ikincisi şu:  Necip Fazıl Merhuma göre de:
Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar; Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.
İçimde tüten birşey; hava, renk, eda, iklim;O benim, zaman, mekan aşıp geçmiş sevgilim.
Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;Ay ve Güneş ezelden iki İstanbulludur.
Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,Ve kavuşmuş rüyalar, onda, onda misale.
Böyle çok çok ciddi bir konuda biraz sulandırmış olmuyor musun? Bilimsel ve hukuksal konular, hele hele dini konular: Biraz asık surat olmalıdır. Haaaa!.. Tamam mı? Diyenlerin yüzünden din, hukuk, ilim bu hale gelmedi mi?  Biz dini, ilmi, hukuk’u daima bir elinde sopa, havucu arkasına saklamış adam gibi gördük. İnşallah bu değişim rüzgarları o anlayışları da etkiler.Bazı şeyleri konuşamadığımızı düşünürsem ina-nın ki, kendimi Orta Çağ Avrupa’sında zannediyorum.
Peki, Orta Çağ, Karanlık Çağ bizde kötü müydü? Yooook. Niye  kötü olsun ki. O Avrupa’ya kötüydü…Tarihsel süreçte Orta Doğu, Orta Çağ’da medeniyetin zirvesini yaşı-yordu; ilimde, sağlıkta hukukta, saygı, sevgide. Hala yaktığı mumlar, diktiği tuğlar ayakta…O nasıl? Hz. Mevlana ne olacak? Yıl: 1200’ler.Şunun doğru dürüst ölüm tarihini yazsana. Yazamam çünkü ölmedi. Bak hala yaşıyor. O yaşayan ölülerden değil ölünce yaşamaya başlayanlardan.  Hadi dönelim konumuza.
Nerde kalmıştık? Zamanın ölçülmesinde. Tamam. Veri noktaları Ay ve Güneş. İkisi de dairesel bir yörüngede oldukları için ikisinin de açıları 3600. Her ikisini de hem günlük,  toplamında da yıllık ölçeceğiz.
Ay verisi ile Ramazan  ve Orucun Tutulması, Hac ve Kurban’ın Kesilmesi, Mali yılın başlangıcı ;zekat için vb.
Güneş verisi ile tüm Namazlar ve Oruç’un günlük süresi tesbit edilecektir.
Oh ne kadar kolay…  İşte problem burada başlıyor.  Ölçümlemede, çoğalıp bilgi artınca hangisine uyacağımız kargaşası başlıyor. Bilgi soru doğurmalıdır; sorun doğur-mamalıdır.
Bilgi nerede ve ne zaman sorun doğurur? Sosyal konuların bilgileri, provake ve ajitasyona açık olduğu için; aciz,  gelişememiş toplumlarda sorun yaratır ve çok rahatlıkla “Korku İmparatorluğu” kurabilirsiniz.  Sosyal bilgi tamam anladık. Tam olmasa da biraz uymuş.
Ya dini bilgi ne zaman sorun yaratır? Dini bilgide ölçme olmaz. Teslimiyet ve inanmadır. İnancın düşmanı vehim ve şüphedir. Bilginin vehim ve şüpheye kapalı olma-sının tek yolu Müsbet, Ölçülebilen ve Tekrarlanabilen verilere dayanmış olmasıdır. Peki bu, dini bilgilerin tamamını kapsar mı? Bazılarını evet. O halde ölçebildiklerimizi ölçelim, ölçemediklerimize de teslim olalım. Amenna. İşte bir ölçü: “Cahil sofu Şeytan’ın maskarasıdır.”
Bir toplum, üretemediği zaman kesinlikle kargaşa başlar. Üretemediğiniz zaman ilaç silah, gıda, kumaş ,otomobil falan filan… Asıl konu şu: Maddi şeyleri üretemediğiniz zaman; manevi şeyleri de üretemezsiniz. Sadakat, samimiyet, güven, hem de öz güven. Asıl olanı da sevgiyi, saygıyı üretemezsiniz. Hoşgörüyü üretmezsiniz.  Peki  doğada boşluk olur mu? Asla. Sevgi, saygı, hoşgörü, öz güven yoksa ne olur? Onların yerini şüphe, korku, vesvese doldurur. Ağzınızın tadı kaçar; yediğinizin içtiğinizin, ve ne de yaptığınız ibadetin, hazzını alamaz olursunuz. İçinize sinmez olur. Başkasından şüphenin çözümü kolay.Ama kendinizi nasıl sükunete erdireceksiniz?...
İşte ağız tadınızı size geri kazandıracak tek şey: Emin olmaktır. Yaptığın işten, inandığın şeyden emin olmaktır. Çok basit bir ölçme fotoğrafı veriyorum. Gerçi bu fotoğraf bu kitapta daha önce kullanıldı ama olsun yeridir.
Bu gördüğünüz yaşlı hanım benim Anam’dır. Amma kabasın. İnsan “Anne” demez mi?  Ağzımı o dolduruyor. Anam… Annedolu deyin bakalım; kargaları güldürmeyin…
Ne yapmış? Gariban namazlarını koymaz kılar. Peki kaç rekat kıldığını nasıl aklında tutacak?  Yaş 80 küsur. Şeytan’ın oyuncağı olmamak için, ölçüyor. Yastığına dört tane gazete parçası yırtarak koymuş ve her Rekat’ta bir tanesi yer değiştiriyor. Mesele bu kadar. Demek ki; ölçme fikri insanın kafasında…Cahili, alimi; fark etmez.
Gelelim çoook ciddi konulara. Ayın ve Güneş’in alet edavat kullanılarak ölçülmesine.
Aşağıda bir internet  sitesi var. Adresi biraz aşağıda… Hemen devamında İngilizce bir metin var ; hemen peşinde de -benim anlayacağım kadar- Türkçe tercümesi… Bu iki metnin bir farkı var; diğer bilimsel çalışmalardan. Neymiş o? Deyip burun kıvırma. Dur.Hemen hafife alma. Bu kadar öz ve net bilgi ki;  bizim mahkemelerimize dahi mesnet oluyor.Onun için hafife almayın. Çünkü bu aralar aman Hakimleri, Mahkemeleri, Hukuk’u pek hafife almaya gelmiyor, haberiniz olsun.  Her neyse kitabın say-falarının dışına çıktık. Ne deniyordu? Out’mu? Touch’mı? Siz bu verileri bir okuyun. Sonra biraz daha laflarız.
Boğaziçi Üniversitesi Kandilli Rasathanesinde aldım soluğu. Sağ olsunlar, umduğumdan daha çok yakınlık gördüm. Yılların verdiği  kurumsallaşmış bir üniversite böyle oluyor demek ki… Hülya Yeşilyaprak Hanım’ın yaklaşımları iletişim duygusu, verileri beni tatmin etti… Hadi bir de siz göz atın…
Sivil Alacakaranlık: Güneş batımından yaklaşık yarım saat sonrası, doğumundan yaklaşık yarım saat öncesine tekabül eden zaman. Bu sürenin sonunda başlangıcında  normal hava koşullarında,  ufuk çizgisi ve cisimler ayırt edilebilir.

Denizci Alacakaranlığı: Güneş batımından yaklaşık bir saat sonrası  doğumundan yaklaşık bir saat öncesine tekabül eden zaman. Bu sürenin sonunda-başlangıcında cisimlerin ana hatları kabaca ayırt edilebilir fakat açıkhava’da detay gerektiren işler yapılamaz. Ufuk çizgisi görülmemeye-görülmeye  başlar.
Astronomik Alacakaranlık:Güneş batımından yaklaşık birbuçuk saat sonrası doğumundan yaklaşık birbuçuk saat öncesine tekabül eden zaman. Astronomik gözlemler için tam karanlığın başladığı-bittiği andır.İmsak ve Yatsı vaktine tekabül eder.
Evet dostlar… Güneşin ölçümlemesi ile detaylı veriler bunlar. İşte biz, hangisi ile amel edeceğiz? Onun kavgası bunlar… 
Astronomik veriye uyarsanız İmsak Vaktiniz mecburen biraz önce başlar. Tedbirli insanlar bunu seçer. Katı dahi diyebiliriz. Püritenler.Taviz yok.
Orta yolu tutanlar  Denizci Alacakaranlığına  uymakta beis görmezler…
Üçüncü gruba ne demeliyim? Light desem olur mu? Boş verin ben demedim. Hangisi ile amel etsem desem herhalde bu daha uygun geliyor. Biz ne yapalım derseniz; bunun cevabı yok. Tamamen size kalmış.
Yalnız işin bir de şöyle bir tarafı var. Türkiye’de dini hayat “ben’den” başlamaz. “Sen’den” başlar. Sen şöyle yap. Ne gibi? “ Efendim namazlar Türkçe kılınsın!” “İyi tamam. Sen kıl kardeşim. Kıl. Beş vakit…Biz de bir görelim… Bakarsın daha güzel olur. Bizim de hoşumuza gider. Samimi ol.” “Canım o kadar da abartma. Sana ne benim namazımdan.” İşte  ince ayar o. “Ben dediğimde haksız mıyım?”

Hülya Yeşilyaprak Hanıma teşekkürlerimizle. 

15 Şubat 2018 Perşembe

HZ. MUSA 4.

HZ.MUSA 4.
Mesele “bilgi; kaynağı, alanı, oranı, üretim biçimi gibi konularda düğümlenir.” Bu konuya başlarsak şunu yapmak istemiyoruz; Filozofların düşünce deryasına dalıp işi çözümsüzlüğe götürmek doğru olmaz.

İsterseniz önce kısa cümlelerle bu konuyu özetleyelim.
Bilginin kaynağı: Ana bilgi havuzu…
Bilginin alanı: Merakını giderdiğin her alan. Her sorunun cevabı bilginin alanı ve hedefini belirler.  Var olanlar… Somuttur soyuttur, fizikidir fizik ötesidir önemli değil... İnsan oğlu yok olanı bilemez zaten. Kısmi- lokal yokluğu biliriz de “Mutlak Yokluğu” bilme şansımız yok.
Bilginin oranı: Üç kademe; İlme dayalı/kitabi bilme, Bizatihi yaşayarak bilme.  Bir de İşin özünü anlama.
Üretim biçimi: Akılla üretim- Beş duyu ile üretim- Hislerle üretim- Hitapla üretim; Vahiy-İlham
Bu bilgi başlıklarının dayandığı iki ayet var: “Allah Adem'e bütün varlıkların isimlerini öğretti…". Bakara 31
Bir de ayetel Kürsi diye adlandırdığımız  C. Hakk’ın bizzat kendisini öyle tanımladığı  ayet:   
“… O, kulların önlerindekileri ve arkalarındakileri (yaptıklarını ve yapacaklarını) bilir. Onlar, Onun ilminden, kendisinin dilediği kadarından başka bir şey kavrayamazlar…” Bakara 255.

Asıl mesele burada başlıyor.
Biz insan oğlu ne biliyorsak C. Hakk’ın Adem babamıza taban olarak verdiği, varlığı tanımlama ad verme isimlendirmesine dayanıyor ve bize genetik kodlar halinde aktarılıyor. Yeni yeni değişim dönüşüm ve icatlara insan oğlu yadırgamadan adapte olabiliyor. Kısaca dersek: Hz. Adem –olur ya faraza- mezarından kalksa şu andan itibaren hiç yadırgamadan aptal aptal bakmadan güncel hayata adapte olabilir. Zira taban olarak bu varlığı tanıma tanımlama gücüne sahip… Aklını kullanır, beş duyusunu kullanır, hislerini kullanır ve varlığı tanır tanımlar. Bilemediği konularda da vahye ilhama dayanır. İşte o zaman kendi aczini eksiğini vahiy ve ilhamla tamamlar.

Bilme oranına gelince biz C.Allah’ın sıfatı dediğimiz/ özelliğine de O’nun izni kadar sahibiz. Yani bilme yetimiz Allah’tan gelmekte. Oranı ne derseniz? O’nun izin verdiği oranda.Bilme ilim sıfatı C. Hakk’ın bize lütfettiği ortak özelliklerimizden.Duyabilme , Görebilme, Hayatta olma, Gücü yetme, İsteme gücü, Bir şeyler yapabilme, üretebilme, icat edebilme özellikleri gibi.

-Mirim vahiyle ilham aynı değil mi?
-Kaynak olarak evet. Aynı. İlahi tabanlı… Ancak Vahiy dediğimiz şey sadece peygamberler yoluyla bize tebliğ edilen bilgiler olup “genel geçer kabule” tabidir. Ya inanırsın ya inanmazsın o senin bileceğin iş. İnanmazsan sorumlusun.

İlham öyle değil; kaynak olarak İlahi. Ancak ilham olarak gelen bilgi sadece o kişiyi bağlar… Genel geçer değil özel geçerdir. İnanmaz kabul etmezsen günahkar olmazsın. Tercihindir. C Hakk sadece insanlara değil tüm varlıklara ilham edip onları bilgi ve beceri ile donatabilir. Hayvanlar/bitkiler alemi falan fark etmez.

Gelelim bu bilgi konusu nereden çıktı?
Hz. Musa konusuna başlarken bu bilgi kanallarının hepsi kullanılacak… İşin içine tarih-coğrafya girer, İsrailiyat dediğimiz rivayetler bilgisi birer… En nihayet sosyal bilgileri kapsadığı için de yineleme ve tekrarlama şansı yoktur. İşte bu nedenle de inanıp inanmama tabanına oturur…
K.Kerim bilgilerinin özelliği varlığı izah etmede anlamada boşluk bırakmamsıdır. Boşluk gibi bir eksiklik doğuyorsa da o bizim eksikliğimizdendir. Zamanı gelince de zihinsel evrimleşme tamamlanınca onu da insan oğlu anlamaya başlayacaktır.

Eh ne diyelim böyle sıkıcı konulara son verip HAYIRLI CUMALAR DİLEYELİM. 

Hz. Musa 3.

MUSA 3.
-Mirim “tabi Hz. Musa’yı, İsrail oğullarını, Mısır’dan-Fir’avunlar gerçeğinden ayrı düşünmemiz söz konusu olamaz.” Demişsin. Koca ve kadim Mısır’a -mazisi M.Ö. On beş bin seneyi bulan Mısır’a- bir Musa biraz az değil mi?
-Kahya Efendi  bak sana bir ayet: Aynı şekilde senden önce de hangi memlekete bir uyarıcı göndermişsek ki, o memleketin zevku sefâya dalmış zengin kesimi şöyle demiş olmasınlar: "Biz atalarımızı bir inanç üzerinde bulduk ve biz onların izlerinden gitmekteyiz."(Zuhruf;23)
Bu ayete göre demek ki her memlekete her topluma bir uyarıcı gelmiş.
-Ama Mirim memleket geniş bir kavram.
-Kahya Efendi ayette “karye” kelimesi geçmekte. Bize “memleket” diye tercüme edilmiş. Halbuki “karye” en küçük yerleşke demektir. Hatta başka bir ayette; (Enâm;92)
“Yeryüzünün ilk yerleşkesi olarak Mekke ifade edilir” Ümmül Kur’a” diye. Kurâ, karye kelimesinin çoğulu. Mekke için C. Hakk karyelerin en küçük dahi olsa yerleşkelerin anası demektir. Mekke kenti de tarihsel süreçte Adem babamızla Havva Anamızın ilk yerleşkesi haline gelir.
Bu ayete göre de insan unsuru olan en küçük yerleşkelerde bile bir peygamber vardı. Bir uyarıcı, insanları hakka hakikate çağırıcı vardı. Allah peygamber göndermeden insanı mükellef tutmaz. Onun için ilk insan ilk peygamber oluşunun hikmeti o. Yani insanlar ana yoldan saptıkça azıttığı için C. Hakk peygamberlerle doğru yolu gösterdi.
-Mirim günümüzde nasıl olacak Hz. Muhammed efendimiz evrensel?..
-Evet ama o da bir fani…  Oysa K.Kerim kalıcı olarak, C. Allah’ın vahyi; hem kalıcı-baki, hem de üniversal, uluslar arası, evrensel.
Hem ayrıca peygamberler iki türlü: Birincisi :“Nebiler.” Kendilerine sadece vahiy inenler ve vahyi de aleni olmayanlar. İkincisi de : “Rasüller.” Rasüller Nebiler gibi vahiy alırlar ancak onların vahiyleri yazılı kayda geçer; okunur, anlaşılır, tartışılır.  Suhuf gönderilmiş; Adem, Şit, İdris ve İbrahim peygamber üzerine Musa, Davut, İsa ve Muhammet(A.s)ları sayarsak rasülleri tamamlamış oluruz. Adı K.Kerim’de geçsin geçmesin hepsi Nebidir.
-Mirim biz neden nebi rasülü terimlerini kullanmıyoruz. Peygamber diyoruz?
-Kahya Efendi biz Anadolu Müslüman/Türkü olarak buraya nereden geldik? Ne zaman geldik?
-Mirim biz daha önce Asya’nın orta yerinde idik. 375 yılında o bölgeden ayrılıp şu günün coğrafyasına göre; İran, Azerbaycan, Afganistan, Hazar Denizi etrafı coğrafyalarında yaşadık 400 sene. Eder sana 750-775yılı.
Türk obaları,Emeviler Döneminde yavaş yavaş Müslüman olurken İran topraklarında idik  ve Peygamber, Namaz ,Oruç, Abdest gibi ibadet terimleri Farsça olarak bizim dilimize girdi.
Bu tarihten sonra Orta Doğuda; Suriye, Mısır, Ürdün civarında yaşadık 400 sene kadar yaşadık…  Bu sefer de dilimiz örfümüz Arap/İslam kültürünün etkisinde kaldı.
1070’den beri de Anadolu’dayız.  
Kendi örf ve dilimize göre Tengri/Tanrı kelimesi C. Hakk için, Yalvaç Yalavaç peygamber için kullanılmakta…
Bu ayete göre de; bizim Türk Obalarının da C. Hakk’tan vahiy alan, onları gerçeğe çağıran peygamberleri vardı.
-İyi Mirim de neden bizimkiler çok şöhretli değil .K.Kerim’de neden geçmiyor?..
-Kahya Efendi azgınlıkla alakalı… Her Fir’avun bir Musa’nın habercisi, derler.
-Ebu Cehil Ebu Lehep de Efendimizin habercisi mi idi?
-Yok. Ebu Cehil Ebu Lehep Efendimizin risaletinden sonra kazıklaştılar. Efendimizin habercisi Hz. Ömer’di…
-Aman Mirim nasıl olur?.. Hz. Ömer, Efendimizin nasıl habercisi olur? O da mı Fir’avun gibi azgındı?
-Evet. Kendi öz kızını gömecek kadar cehaletin içerisinde idi. Düşünsene “Efendimizi, öldürmeye gelmemiş mi idi?” O toplum dibe vurmuştu da C. Hakk onun üzerine Efendimizi Hz. Muhammed’i onlara rehberlik etmek için, doğruya, hidayete çağırmak için göndermişti. Tüm insanlığa da rahmet olarak göndermedi mi?
Kahya Efendi istersen “bilgi nedir?” konusunu yarın işleyelim.

-Tamam Mirim.

13 Şubat 2018 Salı

Hz. MUSA 2.

Hz. MUSA 2.
-Kahya Efendi demek oluyor ki; İsrail oğullarının itibarsızlaşması bizzat kendi tavırlarının neticesi oluyor. Yani; dürüstlüklerini kaybettiler, sadakat ve itaatlerini kaybettiler, çalma çırpma ile zenginleştiler,  bu da Mısır’ın asli unsuru olan Kıptileri rahatsız etti.
Akılla alakalı bir değerlendirme vardır: Ortaya konan akli bir veri, şayet daha güçlülerce başka bir yönü ortaya konuluyorsa güçlülerin aklı üstün gelir, diye… Zenginlik bir güçtür, güzellik, asalet, cesaret bir güçtür.Tabi ki; onların aklı da diğerlerine nazaran daha üstün kabul edilmektedir.  Maalesef ilke ibresi onlardan yana ağır basar. Fakirin ilkelisinin sonu da kepazeliktir zaten...
Demek ki; İsrail oğulları Mısır Fir’avunlarının elinde oyuncak oldu. Halbuki İsrail oğulları semavi vahye mazhar olmuş bir topluluk idi. Zira ataları olan Hz. İbrahim “suhuf” dediğimiz küçük risaleler halinde vahiyle şereflenmişti.Dedeleri İshak, babaları Yakup, kardeşleri Yusuf desen hakeza hepsi silsile halinde nübüvvetle şereflenmişlerdi.
Hz. Adem’le başlarsak 10 sayfa, Şit (a.s) 50, İdris(a.s) 30, Hz. İbrahim’e 10 sahife. Buna göre Hz. İbrahim, toplumsal gelişme ve kişisel olgunluk evrilmesinde suhuf gönderilen son peygamberdir.
Bundan sonra C. Hakk  Hz. Musa’dan başlayarak genel geçer şeri hükümleri ihtiva eden kitaplarını inzal etmeye başlayacaktır.
Tabi bizim bu yargımız şu ayetin kapsamını daraltmasın: Biz her peygamberi, ancak kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (Allah'ın emirlerini) iyice açıklasın. Allah dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir. O mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.  (İbrahim;4)
C. Hakk  her kavme kendi dilinden bir peygamber göndermiştir. Önce tebliğ sonra mükellefiyet. Ancak bazı peygamber ve şeri hükümleri, cihanşumul/evrensel dediğimiz insanlık alemine genel geçer kılmıştır. Bütün peygamberlerin ana çizgisi de “sırat-ı müstekımdir.” Sırat-ı müstekım, dosdoğru, insan naturasına en uygun olan yol demektir.
Toplumlar, ana çizgiden ayrıldıkça onları hidayete çağıran Allah’ın emirlerini açıklayan peygamberler o toplumun içinden birilerine nasip olmuştur.
-Mirim o zaman Hz. Yusuf’la başlayan bu erdemli toplum demek ki dejenere oldu ki C. Hakk Musa peygamberi göndererek İsrail oğullarını ana çizgiye davet etti…
-Evet aynen öyle. Hz. Musa’nın risaleti/nübüvveti hem İsrail oğullarını hem de Mısır’lı Fir’avn hanedanını hak çizgiye davet için geldi. Zira Fir’avn hanedanı da yoldan çıkmış ve kendisini “en büyük Rab” olarak ifade eder hale gelmişti.
Tabi Hz. Musa’yı, İsrail oğullarını, Mısır’dan-Fir’avunlar gerçeğinden ayrı düşünmemiz söz konusu olamaz.

Devam edecek.

12 Şubat 2018 Pazartesi

HZ. MUSA 1.

HZ. MUSA 1.
Bilimin, dünyayı bölerek anlamaya çalışmasına karşın din/K.Kerim, dünyayı bütüncül olarak almamızı önerir, kabul eder. Hayatı noktasal alırsak yanılırız; hayat girift bir sarmal halde bizi kuşatmıştır… Her şey iç içedir.

İsrail oğullarının hayat macerasını anlatırken en son Hz Yusuf peygamberin Mısır’a ailesi ile birlikte yerleşmesinden bahsetmiştik. Babası Hz. Yakup(a.s) Annesi ve kardeşleri dahildi. Yani kendisi ile 12 kardeş de Mısır’da “itibar gördüler” Mısır’lı Kıpti yöneticiler nezdinde.

-Mirim peki neden itibar gördüler?
-Kahya Efendi zira Hz Yusuf’u ölçü alırsak: Dürüsttüler, el alemin karısında kızında ırzında değildiler. Akıllı idiler, olayları yorumlamayı algılamayı iyi biliyorlardı. Becerikli idiler, kendilerine verilen görevi kusursuz yerine getiriyorlardı. Kamu malı olarak kendilerine tevdi edilen emanet edilen mallara da ihanet etmiyor, aşırmıyorlardı…

Tabi bunca meziyetlerin arka planında: Hz. İshak gibi bir dedeleri vardı; bilgin tabanlı ve Hz. İbrahim gibi bir büyük dedeleri vardı, Allah’a sarsılmaz iman sahibi oluşu ve insani ilişkilerde önderlik, sosyallik abidesi.Ayrıca Hz. İbrahim analitik düşünce sahibi bir kişi idi.

-Mirim her şey tamam da İsrail oğulları neden o zaman gözden düştüler Mısır’da? Ne oldu da bu hallere düştüler?
-Kahya Efendi senin soru bana bir anekdot hatırlattı…
İran şahlarından biri vezirine bir sohbet anında soru sorar:
-Bir insana yarayacak gerekecek şey nedir? Vezir düşünür ve kestirmeden şu cevabı verir:
-Kendisine yetecek, geçimini sağlayacak kadar akıl, der. Zira aklın fazlası ya sorguluyor ya da eleştiriyor. O da başına bela açıyor.  Şah devamla:
-Peki başka ne gerekir?.. Deyince vezir devam eder:
-Başkalarını kıskandırmayacak, kendisini etrafına sevdirecek ölçüde mal.
-Peki başka ne gerekir?
-Ayıp ve kusurlarını örtecek dostlar, arkadaşlar.
-Peki başka ne gerekir?
-Susmasını bilen bir dil.
-Peki bunların hiç birisi yoksa o kişi için!?.
-Haşmetmeap bu kişi için en hayırlısı ölümdür.
-Mirim anekdot güzelmiş.

-Evet. İsrail oğulları ve Hz. Musa(a.s) konusuna böylece başlamış olduk.

11 Şubat 2018 Pazar

İNSAN İLİŞKİLERİ-5… HALİN DEĞERİNDİR…

İNSAN İLİŞKİLERİ-5…
HALİN DEĞERİNDİR…
                Hani bir söz vardır: “İnsanlar kıyafeti ile karşılanır fikirleriyle uğurlanırlar” diye… Kaç paralık adam olduğun sözünden belli olurmuş…
-Mirim desene o zaman ağzından çıkana  dikkat edeceksin…
-Gayet tabi… Sadece çıkana değil girene de dikkat edeceksin. Bunun yanı sıra; her şeyi bilmene imkan yok ama konuşurken en az-asgari müşterekler kadar konuşmak bir erdem gereğidir. Senin bazı konularda el alemden eksik bilgiye sahip olman sana zaaf oluşturmaz. Biliyorum edasıyla yalan yanlış şeyler savurursan hem dünyanı hem de ahretini rezil edersin. Seni o zaman, halin de kurtarmaz. Zira kişi, hali-konumu ile yargılanmaz huzur-u İlahiye’de , sadece niyeti ve ameli ile değerlendirilir…
-Aman Mirim huzur-u dünyeviyede öyle olmuyor herkes haliyle konumu ile muamele istiyor.
-Bak Kahya Efendi; sana Efendimiz’den bir ölçü; Kızı Fatıma’ya:
-Bak Kızım! Sakın ha benim Kızım olduğun için ayrıcalıklı olacağın zihabına düşüncesine kapılma…  Yevm-i Kıyamette Sen amelinle hesaba çekileceksin.
-Mirim desene Hz. Nuh’uh oğlu, Lut (a.s)’ın karısı, Adem peygamberin çocukları konumları itibariyle bir değerlendirmeye tabi tutulmayacaklar…
-Evet… C. Hak seni Arap, diğerini Türk, ötekini İngiliz-Amerikalı diye değerlemez. Senin insaniyetine, K.Kerim ve genel ahlaka uyup uymadığına bakar. Hatta K.Kerim’de bu konu ile çok zirve örnekler dahi vermiştir…
Bak şöyle:
Şayet konum halden dolayı itibar olsaydı. Efendimizin; halaları olan babasının kız kardeşleri Beyzâ, Berra, Atike, Safiyye, Erva, Ümeyme hanımlar ile amcaları olan Haris, Zübeyr, Ebu Talib, Ebu Leheb, Kusem, Dırar, Mukavvim, Hacl, Hz. Hamza,  Hz. Abbas, işte dedesi şu, falanı filanı say say bitmez, hepsinin günümüz hanedan ve prensleri gibi lütfe ermesi ve ayrıcalıklı olması gerekirdi…
Peygamberimizin halası Ümeyme Hanımın bir kızı vardır: Zeynep.
Aşiret ve kabile sisteminde bir liderler ve bir de kanaat önderleri vardır. Gerçi hoş güncel hayatta da aynıdır. Efendimiz hem lider hem de kanaat önderidir. Ne alınır satılır, nereye gidilir, ne yapılır, kim kiminle izdivaç eder; o lider ve kanaat önderi bilir. Günümüzde, sarayın izninin dışında İngiltere’de evlenebilen var mı?
-Var Mirim. Bazen prensler sıradan insanlarla evlenirler. Leydi Diana’yı unutma.
-Kahya Efendi, bünye kabul etti mi? Etmedi. Ne oldu? Boşandı… Hatta boşandıktan sonra dul hayatına bile müdahale ettiler; hoooop huzuru ilahiye, bir kazayla iş bitiverdi…
-Mirim asalet böyle bir şey demek ki. “Kanları Mavi” herhalde onların.
-İşte K.kerim bunu örnekliyor. Efendimiz,  yeğeni hala kızı Zeyneb’i, kölelikten evlatlığa dönüştürülmüş Hz. Zeyd’le evlendiriyor. Birini asaletten akraba ilişkisinden, diğerini de kişiliğinden seviyor. Bu iki sevdiğinin mutluluğunu evlilikle perçinleyeceklerini umuyor ama olmuyor. Olmuyor işte.
Neden dersen? Evliliği sürdürmek için yüzlerce sebep ve yol bulabilirsin istersen. Sürdürmek istemiyorsan da her şey bahane olur. Saç bahanedir, kirpik bahanedir. Ten uyumsuzluğu, varlık-yokluk, asalet falan filan say say bitmez. Zaten bunların da hepsi olması gerekmez biri olsun yeter. Zeyd, peygamber adlarının dışında K.Kerim’de adı geçen tek  kişi, sıradan bir adam… Ama C. Hakk, onun şahsında bir şeyi simgeliyor: Asalet ve sıradan olmak…  Asıl mertebe ve seviyenin hale değil konuma değil amele dayalı olduğu bu olayla ifade ediyor.  Bu ayetler kimilerinin inkarını artırır kimi toplum ve kişileri de erdeme ulaştırır…
 “Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min bir erkek ve mü'min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim, Allah'a ve Resûlü’ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır. (Ahzab Suresi, 36)
Hani sen, Allah'ın kendisine nimet verdiği ve senin de kendisine nimet verdiğin kişiye: "Eşini yanında tut ve Allah'tan sakın" diyordun; insanlardan çekinerek Allah'ın açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun; oysa Allah, Kendisi'nden çekinmene çok daha layıktı. Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince, Biz onu seninle evlendirdik; ki böylelikle evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri (kadınları boşadıkları) zaman, onlarla evlenme konusunda mü'minler üzerine bir güçlük olmasın. Allah'ın emri yerine getirilmiştir. (Ahzab Suresi, 37)
Allah'ın kendisine farz kıldığı bir şey(i yerine getirme)de peygamber üzerine hiçbir güçlük yoktur. (Bu,) Daha önce gelip geçen (ümmet)lerde Allah'ın bir sünnetidir. Allah'ın emri, takdir edilmiş bir kaderdir. (Ahzab Suresi, 38)
Ki onlar (o peygamberler) Allah'ın risaletini tebliğ edenler, O'ndan içleri titreyerek-korkanlar ve Allah'ın dışında hiç kimseden korkmayanlardır. Hesap görücü olarak Allah yeter. (Ahzab Suresi, 39)
Davranış çıkış noktalarını sıralarsak:
1.       Allah ve Rasulünce tanımlanmış bir davranış sitili varsa bizim tercih ve seçeneklerimizin bir değeri kişisellikten öteye geçmez.
2.       Allah ve Rasülüne  isyan eden kendine eder. Diğer insanlara ölçü olmaz.
3.       Sakınılacak mevki makam sadece Zat-ı İlahidir. O’na ters düşme yeter. Toplum seni hafiften dışlasa da doğrunun yardımcısı C. Hakk’tır.
4.       Boşandıktan sonra insanların evvel hayatlarının bir kıymeti harbiyesi beşeri ilişkilerde kalmaz.  Ön hayatları sadece C. Hakk’la kendileri arasındadır. Günümüzde boşanmış çiftlerin hala birbirlerine kavga-dövüş, silah çekmelerinin ve kadın cinayetlerinin hiçbir mesnedi dayanağı yoktur. Sadece kişisel kıskançlıktan öteye geçmez.
5.       Allah’ın farz kıldığını yapmak ve haram saydığını yapmamak konusunda peygamberlerden daha güzel bir rol model olamaz.
6.       Ayet 39’da da rol model: Peygamberler vahiyleri tebliğ eder, Allah’tan layıkıyla korkar, başkalarından da korku duymazlar. Bize düşen de bize tebliğ edileni aynen almak, Allah’tan korkmak ve başka korkulara vehimlere kapılmamaktır…

Yani kısaca; halin, değerini oluşturmaz İslam’da… Seni sen yapan niyetin ve amelindir…

6 Şubat 2018 Salı

MİRAS HUKUKUNUN SATIR ARALARI...

MİRAS HUKUKUNUN SATIR ARALARI…
İslam ve din deyince hemen bir çırpıda akla; Allah’la birebir kulu arasındaki hükümler gelir.Namaz, oruç  gibi içki gibi. Oysa İslam’ın/teslimiyetin zor tarafı: Muamelattır.  Düşünsene nefsine hoş gelen şeyleri başkaları ile paylaşacaksın. Malından zekat sadaka vereceksin. Mirasta, malı paylaşacaksın. “Ölüm hak miras helal” deyip tereke olan şeyi kemali afiyetle yiyeceksin zira C. Hakk helal kılmış.
Bu konu dünle bağıntılı olduğu için isterseniz önce miras ayetlerini okuyalım. Sonra konuşalım.
7. Ana, baba ve akrabaların (miras olarak) bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır. Ana, baba ve akrabaların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Allah, bırakılanın azından da çoğundan da bunları farz kılınmış birer hisse olarak belirlemiştir.
8. Miras taksiminde (kendilerine pay düşmeyen) akrabalar, yetimler ve fakirler hazır bulunurlarsa, onlara da maldan bir şeyler verin ve onlara (gönüllerini alacak) güzel sözler söyleyin.
9. Kendileri, geriye zayıf çocuklar bıraktıkları takdirde, onlar  hakkında endişeye kapılanlar, (yetimler hakkında da) ürperip korksunlar. Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar ve doğru söz söylesinler.
10. Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, ancak ve ancak karınlarını doldurasıya ateş yemiş olurlar ve zaten onlar çılgın bir ateşe (cehenneme) gireceklerdir.
11. Allah, size, çocuklarınız(ın alacağı miras) hakkında, erkeğe iki dişinin payı kadarını emreder. (Çocuklar sadece) ikiden fazla kız iseler, (ölenin geriye) bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Eğer kız bir ise (mirasın) yarısı onundur. Ölenin çocuğu varsa, geriye bıraktığı maldan, ana babasından her birinin altıda bir hissesi vardır. Eğer çocuğu yok da (yalnız) ana babası ona varis oluyorsa, anasına üçte bir düşer. Eğer kardeşleri varsa, anasının hissesi altıda birdir. (Bu paylaştırma, ölenin) yapacağı vasiyetten ya da borcundan sonradır. Babalarınız ve oğullarınızdan, hangisinin size daha faydalı olduğunu bilemezsiniz. Bunlar, Allah tarafından farz kılınmıştır. Şüphesiz Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
12. Eğer çocukları yoksa, karılarınızın geriye bıraktıklarının yarısı sizindir. Eğer çocukları varsa, bıraktıklarının dörtte biri sizindir. (Bu paylaştırma, ölen karılarınızın) yaptıkları vasiyetlerin yerine getirilmesi, yahut borçlarının ödenmesinden sonradır. Eğer sizin çocuğunuz yoksa, bıraktığınızın dörtte biri onlarındır. Eğer çocuğunuz varsa, bıraktığınızın sekizde biri onlarındır. (Yine bu paylaştırma) yaptığınız vasiyetin yerine getirilmesinden, yahut borçlarınızın ödenmesinden sonradır. Eğer kendisine varis olunan bir erkek veya bir kadının evladı ve babası olmaz ve bir erkek veya bir kız kardeşi bulunursa, onlardan her birine altıda bir düşer.
13. İşte bu (hükümler) Allah’ın koyduğu sınırlarıdır. Kim Allah’a ve Peygamberine itaat ederse, Allah onu, içinden ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlere sokar. İşte bu büyük başarıdır.
14. Kim de Allah’a ve Peygamberine isyan eder ve O’nun koyduğu sınırları aşarsa, Allah onu ebedî kalacağı cehennem ateşine sokar. Onun için alçaltıcı bir azap vardır…
Bir de 176. Ayet var ki çocuksuz kişinin mirasını tanımlar… Gerek duyan  bu ayete bakabilir.
Sorun olacak gibi görülen konular bu ayetlerde.
Şimdi; apartmanlarda toplu yaşantıyı düzenleyen bir “kat mülkiyeti kanunu” var. Bu kanunun özü şuna dayanır:  Akçeli ve iradeli işlerde,  kat malikleri ittifakla neye karar vermişlerse kanun yanında makbuldür…  Hatta hata yapmış zimmete para geçirmiş yöneticiyi bile kat malikleri ittifakla ibra ederlerse adli yönden bir şey gerekmiyor sanırım. Burada bir rıza merkezli kabulden dem vurur yasa. Şayet arada ittifak yok da -ki herkesin hakkıdır- az bir sayı ile bile olsa ihtilaf varsa o zaman yasa diyor ki; benim koyduğum ölçülerle işinizi çözün. Daha da çözemezseniz bana gelin, diyor.Mahkemede etraflıca anlayalım dinleyelim, diyor.
İslam’ın miras hukukuna getirdiği oranlar da aynı prensibe dayanır: Rıza göstermek, razı olmak.  C. Hakk, malların/terekenin paylaşımında  aranızda anlaşın, anlaşamıyorsanız benim koyduğum hadlere uyun diyor.
Peki İslam mala neden bu kadar önem veriyor?: Semavi dinlerin özelliği, koruduğu beş şeyden biri mal… Zira her türlü mali ibadet; zekat, sadaka, maişet, hac, cihat onunla icra ediliyor da ondan. İkincisi de : Mülkiyeti özde kabul etmesi. Malın maliki olacaksın ve hür olacaksın ki ibadet ve kabahatleri yapıp yapmamakta seni sorumlu tutayım diyor.
Bugün itiraz edilen nokta erkeğe iki kıza bir hisse verilmesi.
C. Hakk bunu da 9. Ayette kapısını aralamış. Ölenin yetim kalan, aciz çocuğu –yani küçük oğlu/kızı- varsa diğer erkek kesimi onun hakkını da içine siner haline getirsin… Mesela üç beş çocuktan bazıları okul çağındadır hatta daha küçüktür. Diğerleri daha yaşlıca varlıklı da olabilirler…Ayette illa bu ölçülerle sabitledim demiyor. Zaten fariza kelimesi ile geçmektedir; Fariza:  Kuvvetlice öneridir. 
Hatta 8. Ayette kendisine hisse pay düşmeyen 2.3. derece akrabalara bile bir şeyler verilmesini emrediyor.  Maalesef biz bu 8. Ve 9. Ayeti görmezden gelip işimize geldiği gibi miras ayetlerinde diretiyoruz.
-Mirim o zaman mesele herkesi rıza noktasında buluşturmak… Oysa bir lafımız var söbü kelimesi… Bazıları için “dünya söbü olsa karnına sokardı” bu mantıkta olan insanlarla miras paylaşmak kolay olmasa gerektir.
-Haklısın… Bırak miras paylaşmayı, oturup yemek yiyemezsin Allah öyle insanlarla bir şeyi paylaşmak nasip etmesin…
-Mirim yalnız ben şunu gördüm: Mirasta aldatmaya çalışan direten insanlara o mal fayda getirmiyor; ben onu bilirim gerisi boş...
-Kahya Efendi Cemil Meriç ne güzel ifade etmiş: “Mallar/eşyalar kullanılmak, insanlar sevilip saygı duyulmak için vardır. Şayet sen malı sever insanı kullanırsan o toplumda refah huzur saadet arama…
-Mirim semavi dinler başka neleri koruyor?

-İslam beş şeyi korur. Mal-Akıl-Nefis-Nesil-Din. Bu beş şeyi tehlikeye sokacak hiçbir şeyi kabul etmez.

5 Şubat 2018 Pazartesi

MODEREN… AVUKAT MURAT TUNCAY…

MODEREN… AVUKAT MURAT TUNCAY…
Şayet duygusallığına yenilmemişse, işin uzmanı kişilerin verdiği bilgilerle yaptıkları açıklamalar, insanlara yol gösterir… Hayatınıza anlam da katarsınız… Birilerini eleştirmek yerine olması gerekenleri yazarlarsa bal kaymak. Bunun tersi olursa da inadım inat direnir dururlar; bu tavırları, ne kendilerini ikna eder ne de başkalarını…
Geçenlerde  sosyal medya arkadaşlığımızın ötesinde aşina olduğumuz bir delikanlı; Avukat Murat Tuncay şu aşağıdaki metni paylaşmış…
Nereden nereye geldiğimiz ve nasıl bir toplum inşa ettiğimizi açıklayan bir metin, saygı duydum… Bu uygulamanın  nerelere kapı açtığını düşündüm.
İsterseniz gelin metni okuyalım sonra düşünelim.
“Varsayalım 30 yaşınızda öldünüz ve geride 10 yıllık karınız, 8 yaşında bir oğlunuz ile yaşlı anne ve babanız kaldı. 240 bin TL nakit para bıraktınız diyelim.
Bugünkü hukukumuza göre 30 yıllık anne ve babanıza hisse düşmez.60 bin TL'lik kısmı eşiniz ve 180 bin TL'lik kısmı da oğlunuz alır.
Feraize(dini hukuk) göre paylaşırlarsa eşiniz 30 bin TL, oğlunuz 130 bin TL, anneniz 40 bin TL babanız da 40 bin TL alır. 
Modern hukuk böyle durumlarda yaşlı anneye-babaya miras kalmamasını bir türlü izah edemez. 
İşin uzmanı değilim ama bu vatanda yaşayan, bu hukuk düzeni ile haklarımın tayin edildiği sistem içerisindeyim.
Medeni hukuk dediğimiz metni İsviçre’den tercüme ettik ve aynen uyguladık… Neden İsviçre Medeni Hukuku derseniz sanırım; ilk Adliye Bakanımız Mahmut Esat Bozkurt’un hediyesi… Zira adı geçen beyefendi daha öğrencilik döneminde Avrupa’da İsviçre’de idi. Bir Osmanlı öğrencisi idi. Ne kader ki; onun öğrenciliği döneminde Osmanlı düzeni dağıldı-dağıtıldı. Yerine küllerinden Türkiye Cumhuriyeti doğdu.
İrtica yasası gibi bir yasamız var.
Eski Osmanlı Hukuku, yasaları, örf ve adetleri yerine; yeni bir düzen ikame edilirken de Miras Hukuku “eskiye bakılarak düzenleme yapılamaz olan İrtica Yasasına” takıldı ve yukarıdaki metin ortaya çıktı.  
Tamam, adam parasını kazanmış kendi evladı ve karısından başkasına söz mü düşer. Böyle düşünürsen ana ve babanı es geçmek zorundasın zira Avrupa toplum yapısı böyle.
Bu uygulama gizli olarak şunları doğurdu bence:
Bir: Aile bütünlüğünü darba dağın etti. Ataya ana babaya saygıyı kaldırdı.Toplumu  çekirdek aileye dönüştürürken de “ana-baba çocuklar” tanımı geldi. Çekirdek ailede ana babaya yer kalmadı zorunlu olarak kayınpeder kayın valide, torunlarda büyük baba büyük anne hukuku kalmadı…
İki: Yaşlıya saygı ve hürmeti kaldırdı.
İşin tuhafı bu iki sosyal dönüşümü devlet eliyle yaptık maalesef.
-Mirim ondan sonrada bas bas bağırıyoruz büyüklere saygı kalmadı diye. Otobüste trende şurada burada yaşlıların ayakta, gençlerin koltukta oturmalarına hem şahit oluyoruz hem de eleştiriyoruz. Yaşlının, kanun nazarında hukukunu görmezden gelirsen şuuraltında  gençlerin rahatsız olmamalarına şaşmamak gerekir.
-Kahya Efendi, oysa bizi toplum olarak ayakta tutan ne zenginliğimiz ne becerikliliğimiz; bizi, ayakta tutacak tek dinamik aile yapımız… Aile ve Soysal Politikalar Bakanlığımız yaraları sarmaktan önce toplumu inşada yara açacak yasalara dikkat etmeli…
-Mirim inşallah bu aymazdan kurtuluruz.Tamam el alem nasıl yapıyor bu yasaları inceleyelim de bize yakışan ve bize uyan yasaları ya kendimiz yapalım ya da aynen almak yerine kendimize uyduralım…

-İnşallah. 

4 Şubat 2018 Pazar

AFRİN TÜNELLERİ...

AFRİN TÜNELLERİ…
Sosyal medya, yetenekli bir pilotumuzdan bahseden haberler dolu. Uçağını adeta yere yapıştırırcasına kullanıp teröristlerin Afrin’de kazmış oldukları yer altı silah deposu tünelin bombalanmasını berhava edilmesini başarmış.
Kendisini kutlamamak elde değil.
-Mirim pilotumuz için neden yetenekli dedin? Kahraman deseydin ya…
-Evet… Aynı zaman da kahraman. Hem de bu sıfatın bilhakkın sahibi… Bu kelime Farsça; kahr+man… Kahreden,yakıp yıkan adam demek. Man, Farsça: Adam.  Fetö operasyonu ile “Amanın TSK’da pilot kalmadı” diyen goygoyculara selam olsun demek geliyor içimden… Neyse gelin başka konuya çekelim sohbeti.
Afrin’de teröristler başarısızlığa mahkumdur.  Hem ilkesel paradigma olarak hem de yaptıkları işler bakımından parametrel olarak eksiktirler.
Dünya savaş-muharebe tarihinde iki ölçüdür:624’te ki, Bedir Savaşı paradigmal olarak, İstanbul’un Fethi de parametrel olarak…
Bedir Savaşı gerek taarruz gerek savunma, kararlılık meşruluk ilkelerini ortaya koyar. Dün Kobani Fırat Kalkanı, bugün Afrin yarın diğerleri bizim ülke olarak “ Niçin Savaştığımızı” dünya nizamına doğru anlatır da aktör devletler ağızları açamazlar. Hem haklısınız hem de güçlü. Haklısınız Batı destekli teröristlerle yani terör mücadelesi yapıyorsunuz. Kimse bu konuya karşı olamaz. Güçlüsünüz çoğu silahları kendiniz üretiyorsunuz silah sanayisinde dışa bağımlılığınız azalmış.
Gelelim İstanbul’un Fethine. 29 Mayıs 1453 bir şey anlattı dünyaya: Pasif direniş ve enstrümanları sizi aktif eyleme karşı koruyamaz. Kale ise yıkarız. Dağ ise üzerinden geçeriz. Yani; kaleleriniz, surlar, kuleler, tüneller şayet müdafaa savunma kastı ile yapılmışsa korunamazsınız. Elin oğlu daha güçlü saldırı enstrümanları ve kişisel yetenekleri ile seni yerle bir edebilir. İşte bu paradigmayı da göz önüne almadıklarından Afrin Harekatında başarı ve zafer Allah’ın izni milletin ordunun kararlılığı ile milletimizin olacaktır.  
–Mirim kimmiş bu delikanlı?..
-Bilen aktör devletler bilir de -zira onlar TSK’nın bütün operasyonlarını canlı yayın izleyip videolara kaydedip analiz etmeyi pek severler- alakası olmayanlara afişe olmasın diye mahfuz sanırım.
- Haklısın, umarım öyle olsun. Ya da bizim milletin takdirsizliğe kurban gitmez inşallah.

-Yok yok “balık bilmezse Halık bilir”; yeter ki sen iyiliğini yap. Becerini ortaya koy.

3 Şubat 2018 Cumartesi

PARA BORCUNUZDUR… ABD’NİN AGRESİFLİĞİ…

PARA BORCUNUZDUR… ABD’NİN AGRESİFLİĞİ…
Artık şunu idrak etmeliyiz demeyeyim; şunu anladım ki, K.Kerim’e inanmak, onu okumak amenna da onu tefsir edebilmek, dünyayı anlamak için beşleri ilimler dediğimiz fen ve sosyal bilimleri de ayrıca okumak gerekiyor.
Dünyalığınızı kazanıp zekat sadaka ve mali ibadetler için iktisat okumalıyız. Günümüz teoloji alimleri zekat sadaka konusuna gelince Allah-u alem ekseriyeti bir şeyler geveliyor; onların açıklamalarına bakarak dinini yaşamaya kalkanlardan, tatminkar bilgiye ulaşanlar varsa beri gelsin.
Sağlığını koruyacak kadar tıp bilgisi, yediğin içtiğine dikkat edecek kadar gıda bilgisi, insanları tanıyacak kadar sosyoloji, kendini tanıyacak kadar da psikoloji bilgisi, ruhunu dinlendirecek kadar musiki, coğrafya, astronomi her ne gerekiyorsa okuyup hayatımıza yön vermemiz şart gibi görünüyor…
İşte bu ve benzeri sebeplerle beşeri bilimlere bir göz atmamız gerekmekte… Tabi illaki derinlik vukufiyeti olamaya da bilir; salt akılın anlayacağı kadar dahi olsa işinizi görecektir.
-Mirim tamam da “yarım hoca dinden yarım doktor candan eder” derler; sen burada yarım bilgiye razı oluyorsun.
-Kahya Efendi o yarım bilgi dahi insanı destekler ve o bilgin uzmanların görüşlerine ön bilgi oluşturur. Bu bile faydadır.
-Mirim yalnız şunu unutma; akli bilgiler, uygulama karar bilgileri, fen bilimleri gibi her zaman doğru- sabit netice vermeye bilir. Mesela; Çin devleti nüfus yoğunluğunu kontrol için her aileye tek çocuk şartı koydu. 20 sene sonra baktılar ki; o neslin 2. Derece akrabaları yok. Yani amca dayı teyze olmadılar, tabi  kuzenleri de olmadı o nesil çocuklarının. Yirmi sene sonra aydılar da bu uygulamadan vazgeçtiler.
-Evet Kahya Efendi bir örnek de benden. Eskiden  devletler ellerindeki altın rezervi karşılığı kadar kağıt nakit para basarlardı.  Legal işler için bu tamam… Ama bazı batılı aktör devletler illegal/kirli kanunsuz hukuksuz  işlerine para yetiştiremedikleri için bu kuralı görmezden geldiler ve altın rezervlerinden fazla para basarak bu illegal grupları finans ettiler. Bu illegal para kendi iç emisyonlarında her zaman hesap dışı göründüğü için sorgu suale de girmedi parlamenterince.
Oooooh bu olay yönetimlerin işine geldi. Kendi kirli emellerine sonsuz sınırsız hesapsız finans. Bu olay dünya cari parası dolar’da gerçekleşti. Yani bu işin kahramanı ABD oldu…
Amma geldik örneğe. Akli yargılar, doğru yaptığını zannedersin yanlış netice verebilir. Aynen Çin örneği gibi. Bu karşılığı olmayan para ABD’nin  bundan geruuuu başına bela olmaya başladı.
Para, anlaşıldı ki bir devletin borcu haline geldi… Şimdi ABD’nin emisyon kontrolünü kaybettiği dolar, diğer dünya devletlerinin elinde o kadar arttı ki; para çok, mal az dengesizliğine kapı araladı. Şu kıt aklım ve iktisat bilgimle anlıyorum ki; para çok mal az olduğunda kriz doğar, mal çok para az olduğunda da sıkıntı vardır. Paranızla eldeki mal ve hizmetiniz birbirine denk geliyorsa o ekonomiler dengeli, halkı da huzurlu olur.

-Mirim ABD’nin agresifliği bundan kaynaklanıyor demek ki…  Eeeee ne yaparsın kendi yanlışları vuruyor devletleri; anlaşıldı… Belki kıta ABD’sinde zorlanmaz ama uluslararası arena da borçlu görünüyor… Elinde doların varsa ABD’den alacaklısın demektir. Para borcunuz/namusunuz haline geliveriyor…