AKÇELİ İŞLER…
Mevsim ayağını yaza salladı. Kırlar bayırlar şenlendiği
gibi işyeri kapı önleri de misafir almaya başladı… Cuma günü,- İkindiye yakın-
baktım yeni dostlarımızdan Abdurrahman Bey bir arkadaşı ile işyeri önünde
sohbet ediyorlar. Selamlaştık; buyur ettiler. Allah ne verdisi ile çay
kuruyemiş meyve ikram iyi.
-Mirim eminim ki kaçırmamışsındır.
-Yahu Kahya Efendi;
hem davet hem ikram tabi kaçmaz.
-Caddede mi oturdunuz?.. “Evet.” “Neden sordun? “
-Mirim “yaygın gelenek kuralları bozarmış.” Bu geleneğimiz
de o kabilden işte. Halbuki İslami örfte
sünnete uyarsan cadde kapı önü, sokak başı gibi umuma ait/kamu alanı denilen
yerlerde oturamazsın. Gelip geçeni kadın olsun erkek olsun-resmi mesaim- gibi
tarassuttan geçirme hakkın yoktur.
-Kahya Efendi yaygın gelenek işte. Ne yaparsın?...
-Konular ne idi?
-Birkaç konuya oturdu sohbet. İman amel ilişkisi. İman ve amelin, ahlaka yansıması ve muamelata
örfe ait işler.İman sahibi -Müslüman adını koyduğumuz- insanların seküler
ahlakı seçme imkanları olamaz.
Bir de akçeli işler …
-Mirim akçeli işler hem yönetimlerin hem de insanların
başını ağrıtmıştır. İnsanlar, “nasıl kazanacağım” diye düşünür; idare yönetimlerse
“nasıl dağıtacağım” diye düşünür. Bu oldum olası baş ağrıtmıştır. Taaaa sahabe
döneminden bu yana hep aynı mesele.
Bak bir örnekleme yapalım. TDV’nin sayfasından alıntı
yapalım.
Sahabe/dört Halide döneminde Hz. Ömer’le başlar fütuhat…
Savaş sonu ganimetin nasıl dağıtılacağı malum. Ya savaş sonrası ? İslam
topraklarında barış huzur içinde yaşayan gayri müslimlerden alınan ve adı “FEY’”
olarak geçen barış zamanı gelirleri. İslâm
devletinin gayri müslim tebaadan aldığı cizye, haraç ve ticaret malları
vergilerinin ortak adı.
Bunların dağıtılması hep baş ağrıtmıştır.
“Hz.
Ömer fey gelirlerini müslümanlara, biri yılda bir defa atâ veya atıyye adı
altında para, diğeri her ay erzak adı altında yiyecek olmak üzere iki şekilde
dağıtmıştır. Bunun için kurduğu divan teşkilâtında müslümanların atıyyelerini
farklı miktarlarda tesbit etmiş ve hak sahiplerinin isimlerini kabile esasına
göre, Kureyş kabilesinin Hz. Peygamber’in mensup olduğu Benî Hâşim kolundan
başlayarak divan defterlerine kaydettirmiştir. Böylece Medine’ye her vergi
gelişte bunun müslümanlara dağıtılması şeklindeki eski uygulama kalkmış, daha
düzenli ve kurumlaşmış bir uygulama devreye girmiştir. Hz. Ömer’in halktan
vergi toplamak için değil devlet gelirlerinden onları faydalandırmak için
kurduğu divan teşkilâtı özellikle bu yönüyle dikkati çekmekte ve dönemine göre
bir orijinallik arzetmektedir. Hz. Ömer atâ miktarlarının farklı tesbitinde
İslâmiyet’i erken veya geç kabul etme, dine hizmetteki gayret gibi kriterleri
ölçü almıştır. Bununla beraber kadın erkek, çoluk çocuk herkese, bu arada
mevâlîye de fey gelirlerinden atâ bağlamıştır. Sadece mülkiyet hakları
bulunmadığı ve kazandıkları sahiplerine ait olduğu için kölelere, başta
bedevîler olmak üzere çeşitli bölgelerde yaşayıp hicret etmemiş veya cihada
katılmamış olanlarla bunların eşlerine ve çocuklarına feyden pay vermemiştir.
Ebû Ubeyd, atıyye ve yiyeceklerden pay alabilmek için İslâmiyet’i savunma ve
yerleşik bir hayat sürmenin gerekli olduğunu, diğer kimselerin kıtlık, kan
davaları sonunda meydana gelen savaşlar, düşman tecavüzüne mâruz kalma gibi
zaruret halleri olmadıkça feyden pay alamayacaklarını söylemektedir (el-Emvâl,
s. 324-326). Böylece Hz. Ömer devlet başkanına fey gelirlerini hak sahiplerine
dağıtma konusunda bir takdir hakkı tanımış oldu. Hz. Osman’ın da aynı
uygulamayı benimsediği bilinmektedir. Hz. Ali ise Ebû Bekir gibi feyi hak
sahiplerine eşit olarak dağıtma taraftarı olmuş ve uygulamayı bu şekilde
sürdürmüştür (İbn Kudâme, VII, 309).
Feye hak kazanan kimselerin fakir olmalarının gerekli olup olmadığı İslâm hukukçuları tarafından tartışılmıştır. Hukukçuların önemli bir kısmı feye hak kazanmak için mutlaka fakir olmanın gerekmediği, zengin ve fakirin feyde müşterek olduğu görüşündedir. İmam Mâlik ise feyden ancak fakirlerin faydalanabileceğini söyler.”
Feye hak kazanan kimselerin fakir olmalarının gerekli olup olmadığı İslâm hukukçuları tarafından tartışılmıştır. Hukukçuların önemli bir kısmı feye hak kazanmak için mutlaka fakir olmanın gerekmediği, zengin ve fakirin feyde müşterek olduğu görüşündedir. İmam Mâlik ise feyden ancak fakirlerin faydalanabileceğini söyler.”
Olay bu Kahya Efendi…
-Mirim olay fark etmiyor. Günümüzde de aynı… İktidarların
başını ağrıtan konu AKÇELİ İŞLER.
-Kahya Efendi bunun aslı Birinci Dünya Savaşına dayanıyor
yani: MÜLKİYET HAKKI. Mülkiyet hakkı
1776 yılında kurulmuş olan ABD’den yansıma dünyaya. Yoksa o döneme kadar tüm
dünya devletlerinde Toprak ve Su devlete aitti…İnsanlar sadece kullanım hakkı
elde ederlerdi. Mülkiyet hakkı doğdu; bu hak, aileleri darma dağın etti…
Kardeşler, baba-oğullar, amca, teyze, dayı her kimse birbirlerine düşmanlık
noktasına geldiler.
-Sohbeti böylece bitirdiniz sanırım. “Evet.”
İşte en kötü olanı da bu değerli hocam. Mülkiyet hakkı.... Dediğiniz gibi insanları birbirine düşman etti..
YanıtlaSilGönlünüze sağlık, sohbette bayağı tatlı imiş değerli hocam..
Selamlar gönderiyorum hepinize...
İnşallah sizleri de İstanbul'da ağırlarız.
YanıtlaSil