30 Nisan 2018 Pazartesi

YA ANLAMASINI BEKLE; YA DA ANLAT…


YA ANLAMASINI BEKLE; YA DA ANLAT…
Akraba, eş-dost, yakın arkadaş ilişkilerinin açmazının merkezini “düşündüğümüz gibi” davranmasını beklemektir.
Yola mı gideceğiz? Bize refakat etsin. Hüzünlü müyüz? Hissetsin. Kederli miyiz? Derdimize ortak olsun. Para mı lazım? İstetmeden getirip versin, destek olsun, diye bekleriz…
Hele bir de; karı-koca, baba-oğul, ana-kız arasında, yakın akraba arasında  gelişiyorsa bazı açmazlara da sokuverir insanı…
Bunun tek çözümü vardır: Ya anlamasını bekleyecek sabır göstereceksin; ya da anlatacaksın.
-Mirim, anlamasını beklemek ,sabır göstermek -haydi kendinle alakalı bir şey- başarabilirsen fedakarsın, ne ala. Ya “anlatmak?..”     İşte o zor…
-Evet, haklısın… Ya senin anlatma zaafın olabilir ya da karşındakinin anlama özrü… Üstüne üstlük bir da anutsa tadından yenmez olur… “Ben hadımım”, dersin; o da: “Eeeeee çoluk çocuktan ne haber? Der, sorar da sorar.         

28 Nisan 2018 Cumartesi

AKÇELİ İŞLER…


AKÇELİ İŞLER…
Mevsim ayağını yaza salladı. Kırlar bayırlar şenlendiği gibi işyeri kapı önleri de misafir almaya başladı… Cuma günü,- İkindiye yakın- baktım yeni dostlarımızdan Abdurrahman Bey bir arkadaşı ile işyeri önünde sohbet ediyorlar. Selamlaştık; buyur ettiler. Allah ne verdisi ile çay kuruyemiş meyve  ikram iyi.
-Mirim eminim ki kaçırmamışsındır.
-Yahu Kahya Efendi;  hem davet hem ikram tabi kaçmaz.
-Caddede mi oturdunuz?.. “Evet.” “Neden sordun? “
-Mirim “yaygın gelenek kuralları bozarmış.” Bu geleneğimiz de  o kabilden işte. Halbuki İslami örfte sünnete uyarsan cadde kapı önü, sokak başı gibi umuma ait/kamu alanı denilen yerlerde oturamazsın. Gelip geçeni kadın olsun erkek olsun-resmi mesaim- gibi tarassuttan geçirme hakkın yoktur.
-Kahya Efendi yaygın gelenek işte. Ne yaparsın?...
-Konular ne idi?
-Birkaç konuya oturdu sohbet. İman amel ilişkisi.  İman ve amelin, ahlaka yansıması ve muamelata örfe ait işler.İman sahibi -Müslüman adını koyduğumuz- insanların seküler ahlakı seçme imkanları olamaz.
Bir de akçeli işler …
-Mirim akçeli işler hem yönetimlerin hem de insanların başını ağrıtmıştır. İnsanlar, “nasıl kazanacağım” diye düşünür; idare yönetimlerse “nasıl dağıtacağım” diye düşünür. Bu oldum olası baş ağrıtmıştır. Taaaa sahabe döneminden bu yana hep aynı mesele.
Bak bir örnekleme yapalım. TDV’nin sayfasından alıntı yapalım.
Sahabe/dört Halide döneminde Hz. Ömer’le başlar fütuhat… Savaş sonu ganimetin nasıl dağıtılacağı malum. Ya savaş sonrası ? İslam topraklarında barış huzur içinde yaşayan gayri müslimlerden alınan ve adı “FEY’” olarak geçen barış zamanı gelirleri.  İslâm devletinin gayri müslim tebaadan aldığı cizye, haraç ve ticaret malları vergilerinin ortak adı.
Bunların dağıtılması hep baş ağrıtmıştır.
“Hz. Ömer fey gelirlerini müslümanlara, biri yılda bir defa atâ veya atıyye adı altında para, diğeri her ay erzak adı altında yiyecek olmak üzere iki şekilde dağıtmıştır. Bunun için kurduğu divan teşkilâtında müslümanların atıyyelerini farklı miktarlarda tesbit etmiş ve hak sahiplerinin isimlerini kabile esasına göre, Kureyş kabilesinin Hz. Peygamber’in mensup olduğu Benî Hâşim kolundan başlayarak divan defterlerine kaydettirmiştir. Böylece Medine’ye her vergi gelişte bunun müslümanlara dağıtılması şeklindeki eski uygulama kalkmış, daha düzenli ve kurumlaşmış bir uygulama devreye girmiştir. Hz. Ömer’in halktan vergi toplamak için değil devlet gelirlerinden onları faydalandırmak için kurduğu divan teşkilâtı özellikle bu yönüyle dikkati çekmekte ve dönemine göre bir orijinallik arzetmektedir. Hz. Ömer atâ miktarlarının farklı tesbitinde İslâmiyet’i erken veya geç kabul etme, dine hizmetteki gayret gibi kriterleri ölçü almıştır. Bununla beraber kadın erkek, çoluk çocuk herkese, bu arada mevâlîye de fey gelirlerinden atâ bağlamıştır. Sadece mülkiyet hakları bulunmadığı ve kazandıkları sahiplerine ait olduğu için kölelere, başta bedevîler olmak üzere çeşitli bölgelerde yaşayıp hicret etmemiş veya cihada katılmamış olanlarla bunların eşlerine ve çocuklarına feyden pay vermemiştir. Ebû Ubeyd, atıyye ve yiyeceklerden pay alabilmek için İslâmiyet’i savunma ve yerleşik bir hayat sürmenin gerekli olduğunu, diğer kimselerin kıtlık, kan davaları sonunda meydana gelen savaşlar, düşman tecavüzüne mâruz kalma gibi zaruret halleri olmadıkça feyden pay alamayacaklarını söylemektedir (el-Emvâl, s. 324-326). Böylece Hz. Ömer devlet başkanına fey gelirlerini hak sahiplerine dağıtma konusunda bir takdir hakkı tanımış oldu. Hz. Osman’ın da aynı uygulamayı benimsediği bilinmektedir. Hz. Ali ise Ebû Bekir gibi feyi hak sahiplerine eşit olarak dağıtma taraftarı olmuş ve uygulamayı bu şekilde sürdürmüştür (İbn Kudâme, VII, 309).

Feye hak kazanan kimselerin fakir olmalarının gerekli olup olmadığı İslâm hukukçuları tarafından tartışılmıştır. Hukukçuların önemli bir kısmı feye hak kazanmak için mutlaka fakir olmanın gerekmediği, zengin ve fakirin feyde müşterek olduğu görüşündedir. İmam Mâlik ise feyden ancak fakirlerin faydalanabileceğini söyler.”
Olay bu Kahya Efendi…
-Mirim olay fark etmiyor. Günümüzde de aynı… İktidarların başını ağrıtan konu AKÇELİ İŞLER.
-Kahya Efendi bunun aslı Birinci Dünya Savaşına dayanıyor yani: MÜLKİYET HAKKI.   Mülkiyet hakkı 1776 yılında kurulmuş olan ABD’den yansıma dünyaya. Yoksa o döneme kadar tüm dünya devletlerinde Toprak ve Su devlete aitti…İnsanlar sadece kullanım hakkı elde ederlerdi. Mülkiyet hakkı doğdu; bu hak, aileleri darma dağın etti… Kardeşler, baba-oğullar, amca, teyze, dayı her kimse birbirlerine düşmanlık noktasına geldiler.
-Sohbeti böylece bitirdiniz sanırım. “Evet.”

25 Nisan 2018 Çarşamba

SAVURMAK… SAVUNMAK…


SAVURMAK… SAVUNMAK…
Bazı ölçüler vardır sadece oranı değişir; özü değişmez. 1/1’in gösterge sayısı 1’dir. Peki 5/5= 1 değil midir? 35/35=1 değil midir?..
Benim yaşadıklarım içinde şu an bir faninin gelebileceği Kütahya’da son noktaya gelenler arasında dahi siyasi gerginliklerin nerelere vardığını ne gibi sırlarının olduğunu az buçuk bilirim.
Anladım ki siyasi hırsınız yoksa siyaseti yapamıyorsunuz… Hırs duygu geldiğinde de akıl stop ediveriyor.
Bu eskiden de böyle idi.
Böyle olmasaydı Rasulüllah Efendimizin biricik damatları Hz. Osman’la Hz. Ali bir birlerini yemezlerdi… Onlar arasında esen bu fırtınaların günümüz liderlerinin veya birilerinin arasında esmesi gayet doğaldır.
Netice şu ki; olaylar ne bizim savurduğumuz kadar kapalı , ne de savunduğumuz kadar vazıh…
-Mirim bakıyorum sen de siyasi “sathı maili”ne kaptırdın kendini.
-Evet doğrudur siyasi arena sel gibidir; kimi nereye sürükleyeceği belli olmuyor…
-Mirim her halde en güzeli çeneni tutmak… Bir oyun var; günü gelince de -erer görürsen- verir geçersin. Bu arena ne Özal’a, ne Demirel’e ne Menderes’e-İnönü’ye , ne de Ecevit-Erbakan’a kaldı…Kimseye kalmadı.

GÜL, BİR FIRSATTIR…


GÜL, BİR FIRSATTIR…
Oldum olası siyasi yazı yazmayı sevmedim; belki de beceremedim birilerinin değirmenine su taşımayı…
Şu son günlerde gelişen -belki de gelişemeyecek- olaylara bakarak; ben, Sayın Gül’ün C. Başkanı adayı olmasını ve hatta seçilmesini bir fırsat olarak görüyorum. “Görenlerdenim” demiyorum, zira kulislerle pek fazla alakam yok.
-          Mirim  kulislerle alakan yoksa bu yazı niye?  Dam üstünde saksağana… benzemiş.
-          Sevgili Kahyam -ben- son dönem dünyayı az buçuk okuyorsam; Sayın Gül’ün muhalefet partilerince değil bizzat AkParti için bir fırsattır.
Akpartinin lider partisi olmaktan çıkıp kurumlaşmış bir parti olması için fırsattır. Merhum Özal, Demirel, Ecevit’in partileri durumuna düşmemesi için fırsattır. Lider öldü, parti öldü!Durumuna düşmemek için fırsattır.
Rusya’dan örnek alınmalıdır. PUTİN kah başbakan kah Devlet başkanı olabiliyor. Olunabiliyor demek ki…
ABD’den örnek alınmalıdır; bir dönem Baba Bush saldırgan, ardılı Bill Clinton   iki dönem  hazmedici rahatlatıcı şirinleri oynayan. Hatta Beyaz Saraydaki  -Monica-çapkınlıkları bile bence mizansendi… Peşi sıra –deli oğlan- oğul Bush, saldırgan…  Peşi sıra Barack Obama, iki dönem: Rahatlatıcı. Trump, saldırganlıkta sıra… Beklenmelidir de…
Rusya ve ABD, liderlikleriyle önde olan devletler değildir; kurumlarıyla olan devletlerdir. Demokrasi neyi gerektiriyorsa cumhura baş vurulmalıdır.  Türkiye haneden devleti cumhuriyeti değildir; İngiltere Kraliçesi 90 küsuruncu yaşını kutluyor. Osmanlı hanedanı da delisinden akıllısına cesurunda korkağına bir hanedan devleti idi…
Tıkanmışlığın, yorgunluğun, gerginliğin, hazım döneminin iyi anlaşılıp doğru zamanlama ile hemen kurumlaşmanın icabına bakmalıdır.
Hamasi duygularla değil, akılcılık ve rasyonel bakış açısı ile  Gül’ü hain görmeden fırsat olarak alınması en doğru karar olacaktır. Ya da bir başka biri…
-Mirim senin görüş neşv-ü nema bulur mu bilmem, ama güzel bir fıkra var.  Fransa ile İngiltere arasında Manş denizi var… Bu denize bir -yeraltı- geçit yapılacak. Dünyanın dev firmaları ihaleye girmişler hepsi kaybetmiş. Bizim Temel’in firma diğer firmaların verdikleri fiyatın yarısı, ayrıca sürenin de yarısını vererek ipi göğüslemişler.  İşin sahibi devletler sormuş:  “Haydi parayı anladık, süre nasıl kısa olacak?”  Temel:
-Biz hem Fransa’dan hem de İngiltere’den tünel açmaya başlarız. Süre ondan kısa. “Ya tünelleri uç uca yakalayamazsanız?”
-Ha uşağim… O zaman da iki tane tüneliniz olur. Biri geliş biri gidiş.
-Evet Kahya Efendi. Sanırım iki AKPARTİLİ bu ülkeye biraz fazla gelecek… Ama Gül’ü veya bir başkasını bir de böyle okumak gerekir… Ülke hazım noktasında sıkıntı yaşıyor.  Haydi Rusya-ABD’den ders almıyoruz bari 2. Abdülhamid’i iyi okumak gerekiyor…

20 Nisan 2018 Cuma

BENİMSEMEK... ÇÖP MAKİNESİ...


BENİMSEMEK… ÇÖP MAKİNESİ…
Biraz dikkatle bakarsanız çevrenizde çok enteresan şeyler görürsünüz…
-Mirim aman bakalım acemi astronomlar gibi olma; onlar, yıldızları incelerken önlerindeki çukurları görmezlermiş.
-Güldürme beni, haklısın. Allah iki göz vermiş biri ile gökleri seyreylerken diğeriyle yere bakmak lazım gelir senin dediğine göre.
İstanbul Sultanbeyli Belediyesinin bir tesisi var: GÖLET… Aydos Ormanı ile adeta yarışır gözelikte…  O vadi ihya olmuş… Mesai sonu cıvıl cıvıl insanlar, kimi istirahat eder kimi çocuk gezdirir… Erişkinler için kahveden bin kat iyi; çocuklar için desen stres atma yeri. Her türlü eğlence enstrümanı mevcut…
Önce bir takdir:
Üç beş çocuk, hepsi enerji dolular; yer trambolininde zıplayıp takla atıp durma hareketini yapamadan sere serpe yayılıyorlar. Birisi var; kara yağız  yeni tabiri ile karaşın, orta okul ya beş ya altıncı sınıf. Ufak tefek ama sırım gibi, fit… Trambolinden hız alıp ters takla atıp durma hareketini başarıyor.  Tam jimnastik sporundakiler gibi. Kasadan atlayıp yumuşak inişler duruş gösterenler gibi.
Çocuğun ailesi ile görüşeyim diye yaklaştım:
-Oğlum senin ailen annen baban burada değil mi? “ Değil.”
-Sen kimle geldin buraya? “Abim ve arkadaşlarımla…”
-Çok güzel atlayış gösteriyorsun becerikli ve başarılısın. Gözleri güldü. Ailen nerede?.. Başı ile işaret ederek işte “Şuradaki evde oturuyoruz…”  “Derslerin nasıl?” kırık bir Türkçe ve tereddütle “İyi.” Anladım ki Suriyeli…
-Sen Suriyeli misin? Suriyyin. Aman çocuğun yüzü düştü, dudaklar titredi, gücendi: “Seninle bir daha Türkçe konuşmayacağım.” Anladım ki, Türkiye’mizi ve Türkçemizi özümsemiş benimsemiş bir çocuktu.
Şimdi de tenkit: Bu çocuğun benimsemesine karşın; kelli felli emekliliğine gün kalmış, spor giyimli kelle kulak yerinde bir vatandaşımız bir elinde patates cipsi ve ayçiçeği poşeti gezdiği yerlere çekirdeği çitleyip kabuklarını yere atıyor… Adeta çöp makinesi…
-Mirim çocuğu takdir ettin de, gönülleseydin.
-Öyle bir yeteneği gönüllemeden geçeceğimi sanıyorsan yanılırsın sevgili Kahyam… Kuru kuru sırtını sıvazlamakla olmaz.  

DİP VE TAVAN...


DİP VE TAVAN…
Geçenlerde bazı dostlarımızın sayfasında İlber Hoca’ya atfen bir sunu arz edilmiş. Sanmam ama güya Hoca: “Eğitim seviyesi artıkça bizim oylar azalıyor.” Cümlesini kuran bir anlayıştan, ülkeyi aydınlık yarınlara taşımasını beklemek ahmaklıktır, demiş…
Demiş midir? Olabilir.
O, -rasyonel akılla olsa gerektir-; eğitimdeki bu seviyesizliğin sebebini, iktidarlara bağlamış olsa gerektir, zira 40 seneyi aşkın eğitimciliği var.
-Mirim “iktidarların payı yoktur” deme şansın olabilir mi?
-Kahya Efendi tabi olamaz; yalnız tek sebebi buna bağlamak nakıs olmaz mı? Sosyolojiyi ve yaklaşımları iyi okumak lazım gelir.
Biz millet olarak; köylülüğü, çiftçilik zannettik…  Çiftçiliğe evrilemediğimiz gibi üstesine terk ettik, köyler boşaldı…  Üretim düştü, topraklarımız boş, ebedi nadasta; hububatı, zahireyi, otu çöpü ithal eder hale geldik.
İşçiliği beceremedik, gururumuz elvermedi, patronluğu beceremedik sermayemiz elvermedi…  Dünya dev şirketlerinin CEO’ları hep Hintlilerden oluştu, genel geçer bilgi birikiminden yoksun kaldık.
Eğitim desen öyle, ilaç sanayi desen öyle, ekonomi desen öyle, aile düzeni desen pamuk ipliğine bağlı, dev hastanelerimizle övünmemiz gerekirken, dev adliye binalarımızla övünüyoruz… Mahkemeler dosyalarla boğuşuyor, hapishaneler den o konuyu hiç açma… Sosyal toplum yapısı bu derece “sos” veren bir sistemde devlet itibarını ve millet gururunu ummak hak getire.
-Mirim iyi de bizim milletimiz; akıllı, çalışkan…  her neyse neden bu hale geldik?..
-Kahya Efendi bana göre dünyada üç sistem var:
Kapitalist sistemde  kurgu “başarılı becerikli iyi koşanlara” göre toplum kurgulanır; hep parlak şeyleri görürsün, tabiri caizse Newyork Manhatten Caddesini, Baverly Hill’si, Hollywood’u görürsün…  Varoşlarda ki, Harlem’i,  Kübalılar mahallesini göstermezsin, kale bile almazsın…  Toplum koşuculara göre kurgulanır.
Gerçi 1990’da o da bitti ama ortak mülkiyetçi/komünal sistemde toplum “topallara” göre kurgulanır…
Bizim gibi karma Ekonomilerde ise toplum; ne koşuculara ne de topallara göre kurgulanır, yürüyenlere göre kurgulanır. Hız daima yürüyenlere göre ayarlanır.  Topallar ise yürüyenler tarafından taşınır...
-Mirim ondan sonrada makarna bulgur dağıtıyorlar diye dillere düşersin.
-Olsun. Eğitim de bu kurguya göredir; vatandaşa eğitim şartları hazırlanır… Bu disipline uyan, gözünü açan, öğretmeni dinleyen, gereğini yapan başarıya ulaşır… Gereğini yapmayan da eh kendisi bilir.
-Mirim senin dediğin gibi her şey güllük gülistanlık mı?..
-Kahya Efendi bizim gibi toplumlardan “ dip ve tavan” bekleme; rahvan git…
CUMANIZ HAYIRLARA VESİLE OLSUN…


18 Nisan 2018 Çarşamba

SEVGİ… BECERİ… BAŞARI…


SEVGİ… BECERİ… BAŞARI…
Bir şeyi başarmak için yüzlerce; veri, enstrüman, kaide, kural sıralanabilir… Şayet listenizde sevgi ve beceri yoksa başarıya ulaşmanız biraz zor görünüyor…
-Mirim böyle bir kanaate nereden vardın?
-Kahya Efendi, ben, başarı için  sevgi ve beceri şart deseydim, sen, bana; yok çevre faktörü, zaman, insan kaynakları, yok dünya konjonktürü vs. bir sürü şart sıralardın amenna. Ben o tür engelleyicilerden kurtulmanın tek şartının “sevgi ve beceri” olduğuna akşam şahit oldum. Sadece sevgi yetmez, tek başına beceri desen hiç yetmez.
Maltepe Halk Eğitimi Merkezinin Türk Sanat Müziği Konserine gittim. Sağ olsunlar Kütahyalı dostlarımızdan Ahmet-Sebile Günay çifti davet ettiler.
Gerek koristler, gerekse solistlerde şunu gördüm: Yüreklerindeki sevgilerinin bir bölümünü bu amatör zevklerine ayırmışlar. Becerileri de eklenince bana göre başarı kendiliğinden gelmiş.
Tabi bu başarı da disiplinli uzuuuunca bir çalışma süreci olduğuna eminim.
Ayrıca  bu organizenin tüm detaylarını karşılayacak bir dizi ehli hüner vardır… Gördüğüm kadarıyla şefleri mükemmel bir hanım.   Repertuvar, icra, salona ve koroya hakimiyeti gayet başarılı. Hem de o yaşta…  Özgeçmişine bakarsan da hem İTÜ. Konservatuvar mezunu üzerine de İlahiyat mezunu olması işi biraz daha farklı kılıyor.
-Mirim eskilerin adıyla “Alameti Fârika” derler. O türe.
-Evet. “Fark ettiren özellik” demektir. -“Sanırım,” değil- eminim Türkiye’de tektir bu hanım. Takdirim bir kat daha arttı.  Sahne yapısını da artık hoş görmek gerektir; işin icabatı/raconu ne gerektiriyorsa o olmuş.
Sunucu ve genel koordinenin -çağdaş adı ile Rodi’si - bizim tabirimizle Ayvaz’ı Sebile Hanım da yadsınamayacak bir beceriye sahip.
Koristler Allah var hepsi başarılı idi. Solistler desen hakeza. Hele o “Unutmadım Seni Ben.” Müzehher Güyer’in Eşi Ekrem Güyer için sözlerini yazıp Şekip Ayhan Özışık’ın bestelediği, -asil Uşşak’la yakıcı Hicaz’ın dostluklarının harmanı- Karcığar  eser, o beye okutularak uzuuuun bir ömrü ve aşkı sevgiyi anlatır tarzdaydı…  Genç bir soliste okutulsaydı o kadar tesiri olacağını sanmam.
Sazlar desen Klarnet Tanju olur da coşku olmaz mı? Hepsi profesyonel üstü coşkuya sahipler.
-Mirim yalnız mı gittin konsere, sen Türkan Saylan Kültür Merkezini bilmezsin?..
-Yok. Her konuda mihmandarımız var ya: İzzet Ayvalı Beyle gittim.
-Mirim haydi yine doğru adamı bulmuşsun. Onun  da müzik zevki yüksektir bilirim. 


16 Nisan 2018 Pazartesi

ŞUURALTINA OYNAMAK…


ŞUURALTINA OYNAMAK…
Batı bunu hep yapar; hem de her fırsatta defalarca… Diğer dünya insanlarının şuuraltına oynamayı…
1960’lı yılların meşhur filmi: SPARTAKÜS. Trakya kökenli bir kölenin gladyatör olarak Romalılara başkaldırması…  Büyük insan kitlelerini uyarıp Roma’nın başını ağrıtması; canla başla, kanla mücadelesini sürdürmesi… Netice malum; diplomasi her zayıfı satın aldığı gibi Roma senatörleri de zayıfları satın alıp SPARTAKÜS’ü yaya bırakırlar… Sonunda da SPARTAKÜS kaybeder ve idam edilir…
1200’lü yıllarda buna benzer bir olay gelişir. İngilizlerin hakimiyetini hazmedemeyen İskoçlar  W.Wallace’ın şahsında İngilizlere başkaldırırlar…  Yenmedikleri ordu yakıp yıkmadıkları kale kalmaz; önlerine gelen her yeri tarumar ederler.
Netice malum:  Merkezi yönetim devreye girer vaatler paralar satın almalar. “Cesuryürek” Wallace diplomasi ile şehre davet edilir -uzlaşı adına- ve sonunda idamı boylar…
-İyi Mirim de bunların hakikatleri gerçek. Konuları doğru filmler.1960 ve 1995’in en hit filmleri idi.
-Kahya Efendi konuları doğru olabilir. Günümüzde bu doğru konulu filmlere yeni kurgular sıkıştırıp gelişmekte olan dünyanın şuuraltına oynayıp mücadele azimlerini kırmanın yollarını arıyorlar…
Anlayın ki; bize başkaldıranlar mücadeleyi kazanır gibi görünseler de kaybetmeye mahkumdurlar, demeye getiriyorlar…
Aslı varsa  yıllarca her türlü illegal terörist grupları donatıp karşımıza diken ABD, Suriye’den çekilmeyi planlamakta imiş. Giderayak “ben çekiliyorum/çekileceğim ama; benim gücümü bir anlayın” demesini Ortadoğu’nun ve dünyanın şuuraltına oynamak demezler de, ne derler?   

14 Nisan 2018 Cumartesi

ORTA DOĞU BARIŞI…


ORTA DOĞU BARIŞI…
Açık oturumların birisinde; Orta Doğu’da barış sağlanmasını: Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve Suriye’nin masaya oturup ittifak yapmasına bağladılar, şükürler olsun.
Bu yargı bana şunu düşünmemi sağladı: İmkanı mümkün kılmak; mümkünü hayal etmek…
Aslında insanoğlu ömrünü bu gelgit içerisinde heba eder.
Başarılı olanlar için, imkansızı mümkün kılanlar zannedilir; aslında başarılı insanlar imkanı mümkün kılmış olanlardır. İmkanlarınız doğrultusunda şartları tamamlayıp mümkün olmuşsa zaten hükmü kader işlemiş demektir. İmkansızın mümkün olduğu bir hükmü kader yoktur.
Peki insanoğlu imkanlarını mümkün kılamıyorsa ne olacak?
Olacak şey bellidir; o zaman ömrünüzü -imkanları mümkün kılma çabası yerine-mümkünleri hayal etmekten başka bir şey yapamazsınız.
Orta Doğu Barışı da görünüşe göre “mümkünün hayalinden” başka bir şey görünmüyor.
-Neden Mirim? Niçin böyle düşünüyorsun?
-Eşiniz gebe… Bebek bekliyorsunuz. Hazırlığınız bir bebeğe göre. Bir bakıyorsun ki; beşiz çocuğunuz olmuş… Ne olacak şimdi?  Ekstradan dört tane çocuğu kucağında bulan ailenin durumu gibi; ülkemiz ve Orta Doğu, çoğu sorunları istemeden kucağında buluyor da ondan. Yani kısaca imkanlarının risklerini hesap edememekten. Meşhur darbı meseldir: “Altın dolu küpün üzerinde oturmak zordur.” Nimetiniz var ama onu koruyacak kudretiniz yok… Nimetle kudret dengesizliği…
-Mirim senin bu tespitine; “Tespit doğru ama işe yaramıyor” derler…
-Ne yapalım Kahya Efendi elimizden bu geliyor. Sen olayları çözmeye açıklamaya uğraşıyorsun bense insanoğlunun genel yaklaşımına dikkat çekiyorum.  

11 Nisan 2018 Çarşamba

DEĞERLENDİRMENİN BÖYLESİ…


DEĞERLENDİRMENİN BÖYLESİ…
Perşembe sabahı, saat 05.00 civarı; HaberTürk Tv’de Teke Tek Programının tekrarı vardı…
Konu malum: OHAL DURUMU.
Avukatlar ve akademisyenler; üst perdeden değerlendirmede bulunuyorlar.
-Mirim değerlendirmede mi buluyorlar? Yoksa yargılamada mı?..
-Biraz yargılama ağırlıklı. OHAL’in açmazları… Tabi ne olacağını, ne olması gerektiğini anlatmaya çalışıyorlar.  İsabetsizliğini falan vurgulamaya çalışıyorlar… Şüphesiz ki;  devletçe yapılan her operasyon, maliyet ve insan kaynaklarına dayanır üzerine de süre eklenir. Bu açmazlara bir de hak hukuk hassasiyeti girdiğinde iş biraz karmaşık hale geliverir. “Adalet, hakkı savunsa, teslim etse bile geciken adalet adalet değildir” derler işin içinden sıyrılırlar…
-Mirim seni rahatsız eden şey ne o zaman?
-Kahya Efendi “Bu kadar cehalet ancak tahsille mümkündür” diye bir deyim var.
-Mirim aslında deyim değil o; Sakallı Celal diye maruf malum kişiye ait olduğu söylenmekte. Belki bakarsın beş yüz sene geçince deyim olarak kullanılabilir.
-Olabilir… İşte ben bu noktada konuşmacılardan birisini anlamaya çalıştım ama bir kaba koyamadım. Muhterem avukat -ateşin bir vaziyette-: “15 Temmuz 2016”da devlet ve toplum, kaotik bir duruma girmiştir.” Demez mi? İşte bunu anlamadım: Asıl kaotik durum 15 Temmuz 2016’dan önce idi. Kalkışma günü/gecesi işin doruk yapması oldu. OHAL ilanını, kaotik yapıdan kaynaklandığını düşünmesi, algı yanlışlığına örnek…
İnsanoğlu öyle işte; hastalığı kaotik durum saymaz da ameliyat olmayı kaotik durum sayar. Halbuki bir beden için kaotik durum hastalıkla tecelli eder; ameliyat, tedavi o hastalıkla mücadelenin yoludur.
-Mirim senin dediğine göre OHAL uygulaması 15 Temmuz’dan önce mi olmalıydı?
-Aynen öyle; onca masum kanına girilmemiş olurdu. Ama ne yaparsın; takdiri İlahi böyle olacakmış demek ki…
ŞİMDİDEN MİRAC KANDİLİNİZ MÜBAREK OLA…Sünnettir: Süt ikram etsek…

5 Nisan 2018 Perşembe

HA ZEYBEK… HA ÇİFTETELLİ… AYMAZLIK…


HA ZEYBEK… HA ÇİFTETELLİ… AYMAZLIK…
İsterse de harmandalı ya da 9/8’lik kıpır kıpır roman havaları; insan oynadığı oyunun anısını hatırasını iyi bilmeli.
Çooook zevkle dinlediğimiz Egemizin zeybek havası tarzı- belki de edebiyat ve sanatımızda- tek denizle alakalı  ilk türkülerimizden… İzmir kökenli. Anonim. Beste değil; halkımızın yüreğinden terennümler.  “Ah bir ataş ver. Cigaramı yakayım.” Bu türkü efelik yiğitlik temasından çıkıp ağıt olmuştur. Artık bu türkü o modla dinlenmelidir; saygı ile…
"Ah Bir Ataş Ver Cigaramı Yakayım" türküsü için şöyle bir hikaye anlatılır:
Tarih 4 Nisan 1953, Saat 02:15; yer de Çanakkale Boğazı Nağra Burnu açıklarıdır. Gittiği uzun ve yorucu bir seferden dönen Dumlupınar Denizaltısı,  Nağra Burnu açıklarında İsveç bandıralı Nabuland şilebi ile çarpışmıştır. Üstelik hava da soğuk ve kapalıdır. Göz gözü görmemektedir. Dumlupınar Denizaltısı çarpışmanın etkisiyle saniyeler içinde sulara gömülmüştür.
Gemide ise 81 kişilik mürettebattan 59 mürettebat hayatını kaybetmiş ve geriye yalnızca 22 kişi sağ kalabilmiştir. Fakat bu 22 kişi geminin torpido bölümünde mahsur kalmıştır. Burada kimse ile iletişim kuramayan mürettebat kurtarılmak için nasıl bir yol bulacaklarını düşünmektedir. Sonra akıllarına bir fikir gelir ve telefon şamandırasını su yüzeyine fırlatırlar. Bu sayede gemi ile irtibat da sağlanmış olur. Gemidekiler bu sağ kalan 22 kişiyi kurtarmak için adeta seferber olurlar. Fakat 22 kişiyi uyarmaktan da geri durmazlar. Uyarıları şöyledir: "Oksijeni idareli kullanmak istiyorsanız şarkı-türkü söylemeyin ve sigara kullanmayın!"
Aradan saatler geçmiştir ve kurtarma çalışmaları halen devam etmektedir. Mahsur kalan 22 kişinin ise umutları da tükenmektedir. Tam bu anda bir anons gelir: "Türkü söyleyebilirsiniz ve sigara içebilirsiniz." O 22 kişi hep bir ağızdan bu türküyü söyler… “Ah bir ataş ver. Cigaramı yakayım.”
-Mirim sadece o mu? Tokat Yöremizin o meşhur türküsü “Hey on beşli on beşli Tokat Yolları taşlı On beşliler gidiyor kızların gözü yaşlı.” Bu türkü ile oynayanları gördüm. “Başın öne eğilmesin”le; sarmaş dolaş koklaşa öpüşe dans edenleri gördüm.
Hele hele tekke musikimizin en güzel örneklerinden olan“Saba Mevlevi Peşrevi” ile “Mevlana” oynadık abi demeleri yok mu? Üstelik bir de “oynattık demiyorlar”? Kahrediyor beni…
-Kahya Efendi örnekler bitmez; işin özü şu: İnsan nerede ne ile gülünüp eğlenilip oynanacağını iyi bilmeli. Ne zaman ne kadar ağlanacağını da… Hayatı ne tî’ye almak ne de hayatı kendine zehir etmek doğru değil. Şu aymazlığımızdan kurtulmak lazım…
Hayırlı Cumalar Efendiiiiiim…  

3 Nisan 2018 Salı

GAYRETKEŞLER…


GAYRETKEŞLER…
Genelde bu kelime; bir konuda, gereğinden fazla -ifrat ve tefrit- abartılı yaklaşım gösterenler için kullanılır.
Hele hele bir de buna …sa eklenirse konu olur derya deniz. İşin ucunu dibini bulamazsın vesselam.
Ayrıca bu …sa ekli varyasyonlar abesle iştigal olduğu için hukuki yapı da doğurmazlar.
-Mirim anladım ki milletin aklını karıştırıp maneviyatını bozmaktan başka işe yaramıyorlar.
-Aynen öyle sadece şuur altlarında bulunan kini kusar veya sevgiyi abartırlar... Bunun tarihte eşi benzeri olmayan örneğini de Gazi Mustafa Kemal Atatürk’te görmek mümkündür.
Gazi Mustafa kemal Atatürk Türkiye’nin bir realitesidir. Her geldiği makamı maharetiyle hak ederek gelmiştir. Öyle hanedan mensubu gibi falanın filanın sulbünden gelmemiştir… Neyse odur. Ne fazla ne eksik. Artık bunun günü gelmiş geçmektedir de; hakkı neyse teslim edilmelidir. Eksiği yanlışı varsa da kişisel davranışları bir yana devleti ilgilendiren şeyler akıl süzgeci ile irdelenmelidir. İtiraz, akıldan geliyorsa -ki itiraz aklın gereğidir- kimse gocunmamalıdır. Nefsani duygulardan geliyorsa da bu hiçbir zaman dikkate alınmamalıdır; zira yanlıştır, hakikati görmezden gelmektir… Tabi iftiraya da izin verilmemelidir.
Kader milletimizi iki derin savaşla imtihan etmiştir. Birinci Dünya Savaşı ve İstiklal Savaşı… Bu iki savaşın ekip başı  ve  kaderini tayin eden kişi olmuştur Gazi Mustafa Kemal. Onu, -maazallah- o olmasaydı deyip şiirler düzmek, destanlar yazmak ne kadar abesse; “Atatürk kurtarmasaydı da keşke Yunanlılar yeni İyonya devletini kursalardı da biz onların vatandaşı olsaydık” hezeyanında bulunanlar da aynı abesle iştigal etmiş olurlar...
İşgaldeki hali sakın unutma… /Atatürk'e dil uzatma sebepsiz.
Sen anandan gene çıkardın amma… / Baban kimdi bilemezdin şerefsiz /Neyzen Tevfik
Bu kadar gayretkeşliğin manası yok…

2 Nisan 2018 Pazartesi

KAR… ZARAR… FIKIH…


KAR… ZARAR… FIKIH…
Sabahleyin güneş ha doğdu ha doğacak saatlerde esnaf sohbeti çok tatlı olur.
Dünün yorgunluğunu atmış bir umutla yeni güne başlamış biri…
-Selamün aleyküm… Hayırlı işler.            
-Aleyküm selam.
Susamlı poğaçamızı aldık… Baktım Kral Tv. Elif Buse ablamız-klarnetçi Serkan’la program yapan türkücü- şarkısını okuyor. Sordum:
-Kim bu hanım kız?
-Bilmem Hocam. Ben tv. İzlemiyorum. İşte bir ses olsun. Müşteri arıyor…  “Neden?”
-Hocam ne izleyeyim; tv’lere bakarsan bütün gelinler fahişe,  bütün erkekler cinsel istismarcı, katil… Siyaset desen ha keza. Ekonomi desen her şey zirve yapıyor bizim ceplerde para yok. Asgari ücret desen nereden baktığına bağlı… Diziler desen dökülüyor. Nasıl düzelir bu işler bilmem?..
-Çooook haklısın bu işlerin böyle olmasının önce sebebi –tabi bence- MASUM İTAATSİZLİK. Bir iki örnek… Öğrenci için en makbul öğretmen; notu bol, muhabbeti iyi, dersler şamata harala gürele geçen öğretmen. Be evladım; devlet sana okul açmış sınıf ayarlamış, kitabını vermiş, program ayarlamış, öğretmen vermiş, konu belirlemiş, sınıfı ışıtmış ısıtmış, temizlemiş elektrik suyunu ayarlamış… Otur şu nefsini kır da konuyu öğren. Öğrenen –ki azınlıktır-öğrenir, öğrenmeyen ayak direr.
Başka örnek; emniyet kemeri… Senin kendi can meselen ama anlatamazsın… Takmaz…
-Hocam anladım. Çözüm ne?..
-Muhterem bana göre çözüm FIKIH BİLİMİNİN tarifinde: FIKIH; BİR KİŞİNİN KENDİ LEHİNE VE ALEYHİNE OLAN İŞLERİ ARAŞTIRIP İNCELEYİP BİLMESİDİR. Yani kar zarar farkını görüp güncel işlerini kim ki düzene soktu; işte o zaman hem kendisi hem de toplum kurtulur. Yoksa ümit besleme…

1 Nisan 2018 Pazar

TAVRI İNÂDÎ…


TAVRI İNÂDÎ…
-Mirim, Küfrü İnadî’yi bilirdik de bu Tavrı İnâdî ne iş?
-Kahya Efendi evet “Küfrü İnadi” diye bir deyim var. Her türlü açıklığa rağmen inanmayan demek…
-Mirim Açıklık ve İnanmak yan yana gelince imanın gücünü oluşturur; -amenna- bazen de imanın güçlüğünü…Dini konularda gaybe inanmak kolaydır da aleni açık olana inanmak zor olsa gerektir.
-Evet doğru… Açık aleni olana inanmak çok zordur; dini koularda… Bu tip inançsızlıklara KÜFRÜ İNADİ derler.  En güzel örneklerini Sahabe yaşamıştır. Sahabenin imanı onun için kıymetlidir. Zira evveliyatını bildikleri; öksüz-yetim, güvenilir ve adam gibi adam olmaktan başka, -derinlemesine- varlığı, mahareti olmayan, Abdülmuttalib’in torunu, Abdullah ve  Amine çiftinden doğan, Hatice’nin kocası işte(!) birisi çıkıyor ve nübüvvetini ilan ediyor. Ona inanmak kolay olmasa gerektir. Bize göre ne var; C. Hakk inanın, diyor inanıyoruz.
Gelelim TAVRİ İNADİ’YE.
İnat etmek, reddetmek, kabul etmemek bizim-biz insanların- en temel duygularımızdan birisi. Mesele; şayet bu temel duygumuzu doğru kullanırsak; iyilikte, hayırda, güzellikte kullanırsak, engellemelerine rağmen direnirsek bizi olgunlaştırır. Ana yolda sebat etmek, o yoldan sapmamak için kullanırsan bizi hidayete eriştirir. Amma güzele, doğruya  çağrıldığında inat edersen bil ki; nefsine yenilmiş ve yalnız kalmışsındır.
Genel de kelimeleri kullanır da kökeni içeriğini araştırmayız.
Tavır; yaklaşmak, etrafında dolaşmak, hiza, hal, durum anlamına geliyor. Güncel adı VİZYON…
İnat;  “anede” kökünden geliyor; savaşmak, uzaklaşmak, mücadele etmek, muhalefet etmek, kibirlenmek, bilerek hakkı kabul etmemek, -en esprili kısmı da- sürüden ayrılıp tek başına otlamak, anlamına geliyor.
-Mirim artık gerisini anlatmaya gerek kalmıyor bence.
-Bence de…